"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

‘Zerre-i câzibe’ ve Higgs Bozonu

02 Kasım 2012, Cuma
RİSALE-İ NUR′DA GEÇEN “ZERRE-İ CÂZİBE” TABİRİ ÇOK İLGİNÇTİR. BU NOKTADAN HAREKETLE, BUGÜN CERN′DEKİ DENEYLE VARLIĞI İSPATLANMAYA ÇALIŞILAN BOZONLARDAN 1910′LARDA RİSALE-İ NUR′DA BAHSEDİLMİŞTİR, DESEK KESİNLİKLE ABARTI OLMAYACAKTIR.

—GEÇEN HAFTADAN DEVAM—

ilimin bu kadar hükümran olduğu dönemde, her şey sebep-sonuç bağlantısı içinde izah edilirken ve en küçük yapı taşı olan atom da konduğunda eşya ile ilgili hiçbir boşluk kalmayacağı umulurken, en küçük yapı taşı ayrı bir âlem ve orada işleyen fizik kaideleri tamamen farklı olarak ortaya çıkınca, büyük bir şaşkınlık başlamıştır.
Zamanın en küçük her bir diliminde yeniden yaratılış, belirsizlik, kaos, bizim âlemimizin ölçüleri ve kanunları ile hiç ilgisi olmayan pek çok şey... Böyle bir ortamda vahyin öğretilerini asra taşıyan Varisin, “İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar.” diye tarif ettiği: “Esbab bu şeyi icad ediyor,” “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor,” “Tabiîdir; tabiat iktiza edip icad ediyor”15 cümleleri asrın en önemli hastalığını ve özellikle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ön plan çıkarılan pozitivist yaklaşımları çok güzel özetliyor. “Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’âlini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlâhiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir. Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın yeknesak istimrarına istinaden vehim, hayal tasallut ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu’ ve tecessüm edip mevcud-u harici ve hayalden hakikat suretine girmiştir.” diyen Bediüzzaman aslında problemin temellerini de açıklıkla gözler önüne sermektedir.

BİLİM “YEKNESAK
İSTİMRARI” GÖZLEMLİYOR
Gözleme dayanan bilim, aslında Yaratıcı’nın genellikle bozmadığı âdetini, yani “hep aynı tarzda” diyebileceğimiz kadar nadir bozduğu prensiplerini, yani “yeknesak istimrarı” gözlemekte ve buradan hüküm ortaya çıkmaktadır. Bu gözlemlerin hayal ve vehim olduğunu Hume da şu şekilde ifade etmektedir: “Tekil gözlemlerin sayıları ne denli çok olursa olsun, mantıkça, şartsız (sınırsız) bir gelen önermeye varamayacağına işaret etmiştir. Ben bir keresinde A olayıyla birlikte B olayının da meydana geldiğini gözlemlersem, bundan onun her keresinde böyle olacağı, mantıkça çıkmaz. Bu sonuca iki gözlemden de, yirmi gözlemden de, iki bin gözlemden de varılmaz.” Hume, “Bu yeterince sık olursa,” demektedir, “Bundan sonra ilk A’yla birlikte B’nin de geleceğini ummaya başlayabilirim; fakat bu mantıksal değil, psikolojik bir olgudur. Bilemediğimiz her geçmiş günden sonra güneş yeniden doğmuş olabilir, fakat bu yarın da doğacağı anlamına gelmez. Eğer birisi kalkıp da ‘Ah evet, ama biz gerçekte, fiziğin kanıtlanmış yasalarının şu anda var olan şartları uygulanmasından güneşin yarın tam saat kaçta doğacağını önceden kestirebiliyoruz’ derse ona iki karşılık verebiliriz:
“Birincisi, fizik yasalarının geçmişte geçerli olduklarının anlaşılmış bulunması, mantıkça, gelecekte de geçerli olmaya devam edecekleri anlamına gelmez. İkincisi, fizik yasalarının kendileri, dayandırıldıkları ne denli çok sayıda olur olsun gözlemlenmiş durumların mantıkça gerektirmeyecekleri genel önermelerdir. Dolayısıyla, bu, tümevarımın geçerliğini baştan kabul etmeyi gerektirmektedir. Bilimimizin tamamı tabiatın düzenliliğini -geleceğin, tabiat yasalarının işlediği düşünülen bütün bakımlardan tıpkı geçmiş gibi olacağını- varsaymaktadır, oysa bu varsayımı doğrulamanın herhangi bir yolu yoktur. Gözlemle ispatlanamaz, çünkü gelecek olayları gözlemleyemeyiz. Mantıkla akıl yürüterek de ispatlamaz, çünkü bütün geçmiş geleceklerin geçmiş geçmişlere benzediklerinden, bütün gelecek geleceklerin gelecek geçmişlere benzetilecekleri sonucu çıkartılamaz.” Hume’un kendisinin vardığı sonuç “Tümevarımsal süreçlerin geçerliğini kanıtlamanın herhangi bir yolu bulunmamakla birlikte, psikolojik yapımız öyle kurulmuştur ki, onlarsız düşünemeyiz” demek yolunda olmuştu. “Uygulamada işler göründüklerine göre, onlarla hareket ediyoruz. Ama bu bilimsel yasaların mantıkta olsun, deneyde olsun, ussal olarak güvenli bir temelleri bulunmaması demektir; her bilimsel yazı, koşulsuz olarak genel olduğuna göre mantığın da deneyin de ötesine gitmektedir.”
Bediüzzaman, A olayı ile birlikte B olayının meydana gelmesine “iktiran,” bu birlikteliğin geçmişte hep gözlenmiş olmasına “yeknesak istimrar” demekte ve bunun sebebini, ‘Yaratıcı’nın âdetinin böyle olması’ şeklinde açıklamaktadır.

KUANTUM GERÇEĞİ VE
HER AN YENİDEN YARATIŞ
Poper’ci felsefesinin de aynı noktaya geldiği bu yaklaşım, bilimin yaptırımcı ve belirleyici konumuna yıkıcı bir darbe vurmuş, Kuantum gerçeğinin her an yeniden yaratılış keşfi ikinci bir öldürücü darbe olmuştur. Bu yeni tabloda kâinat, sinemada birbirinden bağımsız ancak bir önceki karenin bir sonraki ile uyum içinde olduğu karelerin peşpeşe ve saniyede belirli sayıda16 geçecek hızda perdeye yansıtılması misali, birbirinden bağımsız levhaların ardı ardına yaratılması ile kaderin senaryosunu inşa şeklinde gözükmektedir.
Her biri hakikatin bir ucunu yakalamış olan gavvas dalgıçlar, bütünün parçalarını birleştirmekte büyük sıkıntı içindeyken, küllî akıl olan Kur’ân’ı asrımıza taşımada ustalığı ve bu konuda Hz. Muhammed’e (asm) varis olduğunu gösteren Bediüzzaman, herkesin bilimin, tasavvufun, felsefenin elindeki yap-boz parçalarını bir araya getirerek net bir kâinat tablosunu ustalıkla koymuştur. Bunu yaparken ortaya koyduğu farklı kavramlar; ibda, inşa, istimrar, iktiran, Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin ve bunların çok ustaca bağlantısı. Kuantum fizikçilerinin gördüklerinde şaşkına döndükleri tabloları, çok aşina olunan bir manzara seyretme rahatlığında ortaya koymuştur.
Evet, kâinat dediğimiz kader senaryosunun işleyişinde iki boyut var; biri her bir karenin hazırlanması, diğeri her bir karenin uyum içerisinde varlık sahnesine yansıtılması. “Zaman-ı hâlden ziyade, mazi ve müstakbele nazar” 17 eden “İmam-ı Mübin” kuralları ile oluşan bir senaryo. Diğer taraftan “mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra” 18 nazar eden “Kitab-ı Mübin” düsturları ile zamanın varlık ve yokluğun süperpoze olduğu en küçük diliminde tek levhaların yaratılması, mikro âlemden makro âleme geçirilmesi ve iki âlemin buluşma anıdır. Artık işin içine gözlemci girmiş, basar-ı mutlaka sahibi Basir’in “kendi nazar-ı dekaik-âşinâsı,” eşyanın en derinliklerine nüfuz eden nazarı ve “gayr”ı temsil eden şuur sahiplerinin nazarı yani gözlemine göre hakikat şekillenmiştir.
 Hem canlı, hem ölü durumdaki “Schrödinger’in Kedisi”nin durumu, kutunun açılması ile canlılık ya da ölülük hâllerinden birine indirgenmiş, “dalga işlevinin çöküşü” gerçekleşmiştir. Bu tüyler ürperten muhteşem ânı Bediüzzaman, şöyle tasvir eder: “Cemî zerrat-ı kâinat, birer birer zat ve sıfat ve sâire vücuh ile hadsiz imkânât mabeyninde mütereddit iken; birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek, hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Saniin vücub-ı vücuduna şehadetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbaniye içinde ilân-ı Sani eden misbah-ı imanı ışıklandırıyor.”
Evet, her bir anda yeni levhalar bu muhteşem işleyişi ile ortaya çıkmakta, levhaların ard arda gelişinde “iktiran” ve “yeknesak istimrar” gündeme gelmektedir. Bir önceki levhanın sabit unsurları ardından gelen levhada da gözlemciye göre aynı yeri muhafaza etmekte; hareketli unsurların ise ard arda gelen levhalarda yine gözlemciye göre tedrici ve belirli kurallara uygun geçiş sergileyen pozisyonlarda yer almaktadır. Tedrici geçiş ve belirli kurallar, geçmiş levhalar boyunca hep aynı olduğundan “yeknesak istimrar” adını almıştır. Bu kurallarda, kararlılık ve işleyişte prensip sonucu sebep ve sonuç hep birlikte gözükmüştür. Geçmişte bir arada gözükmüş olmak hep yan yana olmaktan öte sebep ve sonuç arasında bir bağlantı, sebebin sonuç üzerinde bir yaptırımı yoktur. “İktiran” dediğimiz bu bir arada oluş hâli, Yaratıcının adetini anlayabilmemize ve kanunlar şeklinde ifade edebilmemize imkân tanır.
“Demek, o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki, her bir şeyin hususî vücutları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu, İmam-ı Mübin gibi, kader ve cüz-i ihtiyarî mesailinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığına bak ki, Kudret-i Fatıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basirane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler—haşa—“tabiat” namiyle tesmiye etmişler, körletmişler.
İşte, İmam-ı Mübin’in imlâsı ile yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, Kudret-i İlâhiye, icad-ı eşyada her biri birer âyet olan silsile-i mevcudatı Levh-i Mahv-İspat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinden bir ihtizazdır, bir harekâttır.
 Amma, Levh-i Mahv-İspat ise; sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u Azam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri, yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi Levh-i Mahv-İspattaki kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir.”19
Hayret vericidir ki, “daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayatta, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada” ifadesi, Erwin Schrödinger’in kedisinin tarifinden başka bir şey değildir. Varlık, yokluk; canlı, cansız; siyah, beyaz gibi sıfatların üst üste bindiği yer olan “imkân dairesi”nde zerreler hem dalga hem tanecik iken, “hayretbahşa hikemi” netice verecek şekilde “dalga işlevinin çöküşü” ile “vücub”a geçiş ve ardından “gözlemci”nin dalga ya da tanecik olarak algılayışı. “Gayr” olan gözlemcinin “kaos” yerine “tahavvülat” gibi daha nezih bir kavramla ifade edilen, zerrat’ın “imkân” dairesindeki hâlinden “şehadet” âlemindeki durumuna geçişindeki muhteşem an için bir “nazar-ı dekaik aşina”ya ihtiyaç vardır. Çünkü hakikat “gözlemci”ye göre belirlenmektedir. Kâinat hakikati için “Basir-i Mutlak” gereklidir.
Evet, Bediüzzaman, zamanın eşsizi, sanki bu âlemin insanı değildi. Varisi olduğu Zat’a (asm) Mescid-i Aksa’yı kilometrelerce uzaktayken gösteren Basir-i Mutlak, Bediüzzaman’a da şehadet, misal, zerrat âlemlerini, imkân ve vücubu avucunun içindeki nesneler gibi kolay tarif nimetini ihsan etmiş. Barışa, insanlığa, sosyal adalete, eğitime katkıları bir tarafa bırakılsa bile, sırf bilime olan katkıları ve insanlığın içinden çıkamadığı, asırlardır izaha çalıştıkları hakikatleri, bu kadar kolaylık ve maharetle ortaya koyması onu her türlü ödüle ve Nobel’e son asır boyunca yaşamış herkesten daha lâyık hâle getirmiştir.
Nobel ödülü onu bulunduğu noktadan daha üste çıkaracak, daha şereflendirecek değildir. Bilâkis, böyle bir zata verilmiş ödül olmakla Nobel ödülü şereflenecektir. Ancak insanlığın bir şekilde ona şükran borcunu ödemesi, insan olma vasfının bir gereğidir. Problemlerin en çetrefilli olduğu, içinden çıkılmaz hâle geldiği yerlerde bilime ışık tutucu ve gerçek anlamı ile ortaya koyuculuğunun pek çok göstergesi olmuştur. Atom modellerinin ortaya konduğunda çekirdekte aynı elektrik yükünü taşıyan protonların sıkışık hâlde bir arada bulunması ve protonlardan farklı yüklü elektronların uzak yörüngelerde yer almaları bir çelişki idi. Elektrik kuvveti çekim kuvvetinden çok daha etkin olduğu ve atom içi taneciklerin kütlelerinin değil, yüklerinin belirleyici olması gerektiği hâlde, elektrik yasalarına göre de aynı yüklerin birbirini itip, zıt yüklerin birbirini çekmesi gerekeceği hâlde bilinen atom modelleri bu prensiplerle uyumlu değildi. Einstein’ın, Abdüsselâm’ın rüyaları olan, “Birleşik Alan” adlı bütün kuvvetleri aynı zeminde birleştirmenin de temeli olacak bir izah, bu çelişkiye bir çözüm getirecek gibi gözüküyordu. Atom içinde “kuvvetli interaksiyon” denen değişik bir çekim şekli ve protonlar arası bu çekimi sağlayacak her bir protona ait çekim taneciğinin varlığı tezi yaygınlaştırılmış ve bütün kuvvetlerin birer çekim taneciği aracılığı ile oluşabileceği tezi, 1935 yılında Nobel Ödülü kazandırmıştır. Peki, 1910’larda yazılmış şu muhteşem ifadeler, insanlık tarafından nasıl ödüllendirilmeli?
“Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?
Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?
Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebde i vahdettir, müntehâsı da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellîsî ve eser-i ibdâ ı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i câzibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasıl ki, zerratta reşahat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i lâtifesidir.”20
 Bu kısımda yer alan zerre-i cazibe tabiri çok ilginçtir. Daha önceki kısımlarda ifade ettiğimiz gibi bozonlar kuvvetlerin oluşumuna aracılık eden ve diğer parçacıkların bir araya gelip bir arada durmalarına aracılık eden parçacıklardır. Aslında bunları dilimizde en güzel ifade edecek tabir zerre-i cazibedir. Bu noktadan hareketle 1910’larda bu gün CERN’deki deneyle varlığı ispatlanmaya çalışılan bozonlardan Risale-i Nur’da bahsedilmiştir desek kesinlikle abartı ya da tarafgirlikten kaynaklanan hüsn-ü zannın bir sonucu şeklinde karşılanmamalıdır. Bu kadar açık ifadelere farklı bir yorum getirebilmek mümkün değildir. Aksi yönde düşünenlere de insaf ve mantık ölçüleri içinde meydan açıktır.
Yukarı da bahsettiğimiz çekim taneciklerinin yani bu günkü ifadesi ile bozonların çok net dile getirildiği bu cümleler arasında, “O da kuvvetin ziyasıdır” cümlesi, bu taneciklerin foton benzeri partiküller olduğu düşünülürse daha net anlaşılacaktır. Yeni binyıl, Bediüzzaman’ın çok daha iyi anlaşıldığı ve insanlık tarihi içinde lâyık olduğu yeri aldığı bir dönem olacaktır diye ümit ediyor, daha doğrusu kuvvetle inanıyoruz.

Dipnotlar:
15. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, 23. Lem’a, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 171.
16. Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, s. 19.
17. Sözler, 30. Söz, s. 505.
18. A.g.e., s. 505.
19. A.g.e., s. 505.
20. Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1993, s. 24-25.

DEVAMI HAFTAYA
 
Dr. HAKAN YALMAN
Okunma Sayısı: 2713
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı