24 Haziran 2013, Pazartesi
Türkiye’deki Gezi Parkı protestolarına paralel bir şekilde Brezilya’da başlayan ve Türkiye’de olduğu gibi Brezilya’da da milyonları sokaklara döken toplumsal eylemlilik, bugün bütün dünyanın yakından takip ettiği en önemli mesele olarak görülmektedir.
Zira daha önceleri Wallerstein’in deyimiyle birer “çevre ülkesi” olarak görülebilecek olan bu iki ülke, özellikle son 10 yılda ortaya koydukları ekonomik performansla “merkez ülke” grubuna yaklaşmaya başlamıştır. Hatta bu iki ülkenin merkez ile çevre arasındaki iletişimi sağlama anlamında önemli bir rol üstlenebileceği ve küreselleşmeye tam manasıyla eklemlenilmesi halinde çevreden merkeze geçilebileceği algısını oluşturma yönünde önemli bir rol üstlenebilecekleri de belirtilmekteydi. Brezilya’nın Latin Amerika, Türkiye’nin de Avrasya coğrafyasında izledikleri açılımcı dış politikanın, bu algıyı işlevsel bir hale getirmek ve meşrûlaştırmak isteyen küresel güçlerin destek verdiği politik bir tercih olduğu da söylenebilir. Ne var ki, bugünlerde, hem Türkiye, hem de Brezilya’da toplumsal hoşnutsuzluğun doruğa çıktığını gösterir sokak eylemlerinin yaşanıyor olması, bu ülkeleri yöneten iktidar odaklarının olduğu kadar küreselleşmenin uluslar arası sisteme yansıyan hegemonyasının devamından yana olan kesimlerde büyük bir rahatsızlığa sebep olmuştur. Zira sistemsel sürekliliğin ve meşrûiyetin üzerine kurgulandığı simgesel öneme sahip iki aktör ciddî anlamda sarsılmıştır ve eylemlerden önceki görüntülerine yeniden kavuşabilecekleri hususu da belirsizliğini korumaktadır.
Türkiye ve Brezilya’daki eylemlerin birçok ortak noktası bulunmaktadır. Bu ortak noktalardan en önemlisi, göstericilerin yaş ortalamalarının düşüklüğü ve genç kesimin bu gösterilerin sürekliliğini sağlayan en önemli unsur olmasıdır. Türkiye’de Gezi Parkı eylemlerine katılan insanların yaş ortalamasının 28 olduğu çeşitli anketlerle ortaya çıkarılmıştı. Brezilya’da bu konuda net bir araştırma yapılmamış olmasına karşın, ortalamanın aşağı-yukarı aynı olduğu tahmin ediliyor. Internet ve sosyal medya örgütlenmelerinin geniş çaplı direniş eylemlerinin koordine edilmesinde oynadığı etkin rol de gösteriler noktasında beliren en temel benzerliklerden biridir. Bu da gösteriyor ki, her iki ülkede de ana akım medya halkın hoşnutsuzluğunu siyasete yansıtma konusunda başarısızdır ve toplumsal meşrûiyetini yitirmiş haldedir. Ana akım medyanın küreselleşmeye şart olarak kurgulanmış iktidar odaklarına verdiği destek ve toplumu aynı tornadan çıkmış gibi biçimlendirmeye çalışan manevraları, eylemcilerin medyaya duydukları güvensizliği ortaya koyan ve sosyal medyanın neden ön plana çıktığını ispatlayan en önemli husustur. Direnişin en canlı olduğu saatlerde, Türkiye’deki haber kanallarının penguenlere ve mandalara dair belgeseller yayınlamaları da halk ile medyanın ne denli birbirinden kopmuş olduğunu ispatlayan bir görüntüdür. Sosyal medya, türlü bilgi çarpıtma girişimlerine açık olmasına karşın, sistemden hoşnut olmayan insanların huzursuzluklarını, isteklerini ve açıkça gözler önüne serilen protestolarını yansıtır hale gelmiştir. İki ülkede yaşanan toplumsal eylemliliğin ortak noktalarından biri de, gösterilere katılanların çoğunluğunun, hayatlarında ilk kez sokaklara çıkıp protesto eylemleri düzenliyor oluşları ve genel itibarıyla barışçı gösteri yolunu seçerek sivil itaatsizlik yapıyor olmalarıdır. Apolitik olarak nitelendirilen ve sanal dünyada yaşadıkları düşünülen genç kuşağın önemli bir çoğunluğunun müthiş bir örgütlenme ile başlattıkları sivil itaatsizlik, bütün dünya tarafından ilgiyle izlenmiş ve iktidarda yer alan kesimleri endişelendirirken, demokratik işleyişin nasıl olması gerektiğine yönelik yeni bir tartışma başlatmıştır. Temsilî demokrasinin meşrûiyetinin ve Türkiye’de de görüldüğü üzere, çoğunlukçuluk ile çoğulculuk arasındaki ilişkinin sorgulanmaya başlanması da pozitif bir kazanç olarak görülmelidir.
İki ülkedeki direniş eylemliliği bağlamında ele alınabilecek en önemli ortak noktalardan biri de polisin göstericilere yönelik tavrıdır. Nitekim her iki ülkede de polis, göstericilere biber gazı başta olmak üzere, çeşitli şiddet uygulamalarına girişmiş ve tepki toplamıştır. Hatta polisin aşırı güç kullanımı, iktidar sözcüleri tarafından dahi eleştirilmiştir. Güvenlik güçlerinin sivil itaatsizlik eylemlerine yaklaşım noktasındaki iş bilmezliği, etkisizliği ve şiddeti özendiren hareketleri, büyük bir siyasî krize sebep olmuştur. Devletin güvenlik birimlerinin, siyasal/sosyal ve ekonomik hoşnutsuzluğunu sivil itaatsizlik eliyle göstermeye çalışan halka karşı kullanılması ise devlet ile halk arasındaki kopukluğu ve uyumsuzluğu kayıt altına alan önemli bir unsurdur. Türkiye ile Brezilya arasındaki direniş benzerliklerinden biri de, olayların mahalli yönetimlere ve şehir planlamasına/işleyişine yönelik problemlerden ortaya çıkmış oluşudur. Türkiye’de Gezi Parkı, Brezilya’da ise şehir içi taşımacılığa yapılan zam, protestocuları harekete geçirmiş ve fitili ateşlemiştir. Bu minvalde, mahalli yönetimlerin karar alma süreçlerine halkın katılımı, merkezî yönetim-mahalli yönetim ilişkileri ve mahalli yönetimlerin özerkliği hususu her iki ülke başta olmak üzere bütün dünyada tartışılacaktır.
Türkiye’de sağ-muhafazakâr, Brezilya’da ise sol hareketler üzerinden ifadesini bulan mevcut iktidar grupları, yönetimi ele aldıktan sonra siyasî pragmatizm ekseninde hareket ederek, kendilerine oy vermeyen kesimleri de yanlarına çekmişleridir. Ne var ki, bir süre sonra, özgürlükler yönünde betimlenen politika uygulamalarının değiştiğini ve her iki ülkede de daha öncenin mağdurlarının “iktidar zehirlenmesine” uğrayarak söylem ve eylemlerini farklılaştırdığını ve hatta otoriter bir görünüm kazanmaya başladığını görüyoruz. Bu durum, onların oy tabanlarında bir miktar daralma yaşanmasına sebep olmaktadır. Yani, iki ülkede iktidarda bulunan partilerin oy tabanlarındaki siyasî/toplumsal çeşitlilik azalmaktadır. Bu eylemlerin arkasındaki sebeplerden biri de bu değişimdir.
Türkiye ile Brezilya’da paralel olarak ortaya çıkan toplumsal eylemliliğin birbirinden ayrılan yönleri de bulunmaktadır. Zira Türkiye’de başlayan direnişin arkasında yatan en önemli neden demokrasinin işletilmesi noktasında karşı karşıya kalınan tıkanma ve sistemin toplumsal farklılıkların siyasî arenaya yansıması noktasında yetersiz kalıyor oluşudur. Siyasî partilerin demokratik işleyişten oldukça uzak olmaları, karizmatik otoriteye dayalı kadro partilerinin toplum tabanından kopuk bir görünüm sergiliyor oluşu ve mahalli yönetimlerin özerkliğinin bir türlü oturtulamamasına şart olarak bu yönetim organlarının, merkezî yönetimin vesayetinde kalıyor oluşu, Türkiye’de halkın iradesinin/isteklerinin siyasete yeterince yansıtılamamasına sebep olmaktadır. Bunun yanı sıra, Türkiye’de, dünyanın en yüksek seçim barajı uygulamasının geçerli olması, arkaik bir siyasî yapının geçerliliğini sürdürmesine ve meclisin siyasî/toplumsal meşrûiyetinin azalmasına yol açmaktadır. Öyle ki, insanlar, kendilerini temsil eden siyasî partilerin meclise girmelerinin bu baraj sistemi ile mümkün olmadığına inandıkları için birçok konuda kendilerinden farklı düşünen partilere oy vermek zorunda kalmaktadırlar. Demokrasilerde seçimlerin ne denli önemli olduğunu bildiğimize göre “seçmek zorunda kalmak” anlayışının önemli bir huzursuzluğu beslediğini görüyor olmamız gerekir. Brezilya’da da temsilî demokrasinin tabiatına ve işleyişine yönelik benzer hassasiyetler etkin olmakla birlikte, protesto gösterilerinin esas sebebi, sol söylemi benimsemiş iktidarın sosyal politikalara yeterince önem vermediğinin düşünülmesi ve özellikle ekonomideki daralmanın yol açtığı işsizlik ve enflasyon artışıdır. 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatlarını düzenleyecek olan Brezilya’da, bu organizasyonlar noktasında yapılan altyapı yatırımlarının müthiş bir harcama kalemi haline gelmesi, ekonomik büyümenin yavaşlaması ve sosyal yardım politikalarının etkisizliği/yetersizliği ile bir araya geldiği noktada insanları sokaklara dökmüştür.
Görüldüğü üzere, demokrasinin tanımına ve işleyişine dayalı problemler ve ekonomik meseleler bir araya gelince Türkiye ve Brezilya’da yaşayan insanların yönetimlere olan cevabı sokaklar olmuştur. Bu sebeple her iki ülkede paralel olarak görülen ve sosyal medya üzerinden uluslar arası bir dayanışma görüntüsü kazanan bu eylemliliği çok da yadırgamamak gerekir. Bu noktada iktidarın yapması gereken kutuplaştırıcı ve çatışmayı özendirici söylemler kullanmak yerine, yatıştırıcı ve reformcu bir çizgi takip etmek ve izlenen politikaları bu çerçevede farklılaştırarak demokrasinin işleyişini yeniden düzenlemektir. Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in, gösterilere karşı izlediği tutum ve benimsediği söylem ile bu noktada Türkiye’nin çok önünde yer aldığı da ortadadır.
Okunma Sayısı: 1120
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.