"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İki yoktan, bir var olmak

Hasan GÜNEŞ
07 Mart 2011, Pazartesi
Dar olmak insanların hatta şu âlemdeki bütün mevcudatın en önemli maksadı ve en büyük mücadelesidir. Devamlılık ise, en az var olmak kadar önemlidir. Malûm insan da tek başına bir âlemdir, o da binlerce duygu ve düşünceleriyle, kabiliyetleri, istidatları, idealleri ve hayalleri ile vardır ve aynı şekilde varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Evet, insan kendisinde var olanlarla ve sahip olduklarıyla vardır, ancak insanlarda olmayanlar vardır. Biraz garip gelecek ama biz; bizde var olanlarla mı varız, yoksa olmayanlarla mı varız? Biraz ezberleri bozmakta fayda var…
Gelin, meşhur divan şairi Nâbi’nin şu şiirine bir göz atalım:
“Bende yok sabr u sükûn, sende vefâdan zerre,
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre.”
İkinci mısra şairin imzasıdır. Yani “Nâbi” isminin geçtiği yer… Nâbi gerçekte nebî, haber veren mânâlarına geliyor. Ancak şairimiz burada güzel bir san’at yaparak büyük bir tevazu ile ismini ikiye bölüyor. Malûm “nâ” Farsçada, “bî” ise Arapçada “yok” demektir. Nâbî “iki yoktan ne çıkar” derken “fikredelim” diyerek düşünmeye sevk ediyor ve birinci mısradaki mânâya ilâveten “Nâbî” imzasını da nakşediyor. Yani “iki yok” dediği ta kendisi. Evet, “yok” yok ise vardır. “İki yoktan bir var oldu: Nâbi.” Matematiğe âşina olanlar bilirler: (-) ile (-)’nin toplamı yine (-)’dir, ancak çarpımı (+)’dır.   
Şimdi Mesnevî-i Nuriye’den bir paragraf aktaralım: “Eğer vücuduna itimad edersen, ademe (yokluğa) düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir. Ve keza vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma o noktayı da elinden atarsan, vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.”
Vücuduna yani kendi varlığına güvenen ve kendisine malikiyet dâvâ eden insan da, elbette şu dünyadan göçüp gidecek. O çok sevdiği, her şeyden aziz bildiği beden; bütün varlığıyla birlikte kara toprak altında çürüyüp gidecek ve yok olacak, sadece günahlarını bırakacak. Dünya ve insanlık tarihinde bir ân-ı seyyale olan bir insan hayatı neredeyse hiç yaşamamış gibi kaybolup gidecektir. Hâlbuki bu yok hükmünde olan varlığını, benliğini ve nefsini yok ederse, manen öldürürse; iki yoktan bir var olur. Yani o vücuttan elinde kalan bir noktayı terk ederek, onu yoktan var edip had ve hesaba gelmez cihazlar ve nimetlerle donatıp idare eden Âlemlerin Rabbine bağlanıp tâbi olursa, O’na kul olursa, bu dünyada ev sahibi değil, bir misafir olduğunu kabul ederse; ebedî bir cennet hayatında, bâkî bir vücuda ve sayısız nimetlere sahip olur.  
Gerçekte hâdise insanın yok hükmünde olan varlığında düğümleniyor. Şüphesiz insan yok değil, var! Olmayan şey, insanın gücü, kuvveti ve devamlılığı… Bin bir musîbet ve hastalığa maruz kalan şu garip insanoğlu bu âciz ve zayıf bedeniyle ve çabuk tükenen duygularıyla şu dünyaya direk olamaz. Şu aldatıcı, değişken ve vefasız dünyayı sırtında taşıyamaz. Öyleyse biz de aynı kitaptaki şu satırlara kulak verelim: “Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü feda etmediğin takdirde, ya bâd-i hevâ zâil olur, gider veya O’nun malı olduğundan yine O’na rücû eder.”
Nâbî’nin şiirine tekrar dönecek olursak, “Bende yok sabr u sükûn, sende vefâdan zerre” diyor. Onun istediği dünyevî sevgililerdir, en nihayetinde dünyadır. Ancak kendisinde her insanda olduğu gibi onları bekleyecek ne sabır vardır, ne sükûnet. Dünyada ise insana karşı vefanın ve sadakatın zerresi yoktur. On Yedinci Lem’a’da denildiği gibi: “Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”
Biri sabırsız, diğeri vefasız insan ve dünya birbirine denk değildir. Bu iki yoktan ne çıkar ki? Evet, koskoca bir hiç çıkar. Yani birbirine bağlanırlarsa yine yoktur. Ancak karşı karşıya gelir, yani insan onların üzerine bir sünger çekerse bâki ve ebedî olan Allah’ı bulur. İşte bundan Hakka aşık bir Nâbî çıkar.
Yok etmenin yanında bir de gizlemek vardır. Yukarıda ifade edildiği gibi benlik, mâlikiyet ve üstünlük dâvâsı gibi olumsuz şeyleri vakit varken yok etmek gerekiyor. Müsbet ve olumlu vasıfları, yüksek kabiliyetleri ve istidatları ise gizlemek yani yer ve zamanına göre sarf etmek gerekiyor. Bu şan ve şöhret asrında meziyet ve kabiliyetlerin gizlenmesini anlamak gerçekten zordur. Çünkü insanların ekseriyeti, bırakın olan kabiliyetlerini, olmayanlarını bile şaşırtıcı bir şekilde takdim ediyor, reklâm ediyor. Kendi reklâm ve tanıtımını yapmayan veya yapamayanlar arada kaybolup gidiyorlar. Ancak biz “yatsıya kadar yanacak mumları” bırakıp uzun vadeli olanları anlamak için Sözler’deki şu ifadeyi anlamaya çalışalım: “Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın; tâ neşvünema bulsun.” Yani meziyetin ve kabiliyetin varsa gizlilik toprağında kalsın, içeride beslenip, sünbüllenip gelişsin, dış dünyanın ağır şartlarına dayanacak seviyeye gelsin. Kışın dondurucu soğuğuna karşı toprağın kucağında muhafaza olunsun. Onun dışarıdaki havadan ziyade, suya ve toprağa ihtiyacı vardır. Acele etmemek ve sabırlı olmak gerekiyor. Vakti geldiğinde onu hiçbir toprak yerin altında tutamaz. Nazenin köklerin “Bismillah” deyip taşı toprağı deldiği gibi sümbül de bir gün toprağı yırtıp yeryüzüne çıkacaktır.
Yeryüzüne diğer sümbüllerle beraber çıkacaktır. Yani ben olarak değil biz olarak. Aynı bahiste misâl verildiği gibi, evliyanın cemaat içerisinde gizli kalması nasıl cemaatin tamamını değerli hale getiriyor ve büyük bir velâyet makamı tesirini veriyorsa, kabiliyetler de aynı şekilde kardeşlerin tamamının vasıfları olarak destek görecek ve kat kat fazla olarak tezahür edecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Fetih Sûresinde birbirlerine karşı “isâr hasletiyle” “ben” değil “biz” diyen sahabeleri medheder ve şöyle der: “Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler.” Evet, onlar bu vasıflarıyla hem İncil’de, hem de Kur’ân-ı Kerim’de medhedilmiş kimselerdir.
Yokluk karanlıklarından ve hiçlik derelerinden çıkarılarak şu fâni dünyaya gönderilen insan, daimî olarak var olmak istiyorsa bazı şeyleri yok etmesini ve bazılarını da gizlemesini bilmelidir.
Okunma Sayısı: 20551
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı