İslâm’a göre zalimle mazlumun kimliği önemli değildir; kim olursa olsun zalime karşı çıkmak, kimliği ve inancı ne olursa olsun mazlumu savunmak Müslüman kişinin insanî ve dinî bir vazifesidir. O, bu vazifeyi usûlüne uygun olarak her hal ve şartta yerine getirmelidir.
Zalim babamız, öz kardeşimiz de olsa ona karşı çıkmak, mazlum değil Müslüman, gayr-i Müslim bir kâfir de olsa, zulümden kurtulması için ona yardım etmek lâzımdır.
Peygamber Efendimiz (asm), “Biriniz bir haksızlığa/ zulme şahit olduğunda onu eliyle, bununla gücü yetmezse diliyle düzeltsin, onunla da yapmaz ise kalbiyle o işe buğzetsin;“ ‘Ya Rab! Ben bu işe razı değilim’ desin.” O da imanın en alt seviyesidir” (Ebu Davut, Salat 242; Tirmizi, Fiten,11) buyurmuştur.
Peygamberimiz başka bir Hadiste, “Bir topluluk, içlerinde işlenen kötülüklere/ zulümlere şahit olanlar, güçleri yettiği halde ona engel olmazlarsa hepsine belâ nazil olması yakındır” (Ebu Davut, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 8) buyurmuştur.
Üstad Bediüzzaman, İstanbul’u işgal eden ve İslâm âlimleriyle istihza eden İngilizlere karşı neşrettiği Hutuvat-ı Sitte eseriyle “Tükürün İngiliz lainin hayâsız yüzüne” diyerek onların zulümlerini yüzlerine çarpmış, TBMM’de namazı küçümseyen malum zalim zatın yüzüne “Kâinatta en büyük hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” diye haykırmıştır. (Sünûhat, s. 224)
Bir toplumun çoğunluğu zalim şahısların zulmüne fiilen/ yardım ederek veya iltizamen/ sessiz kalarak ya da iltihaken/ katılarak taraftar olmakla iştirak etmeleri, onların umumî musîbete maruz kalmasına sebep olacağını ifade etmektedir. (Sözler, YAY, 2016. s. 199)
Muzlum kişinin, daha önce işlediği çok kusur ve hataları sebebiyle kaderin hükmüne sebebiyet vermiş olabilir. Bu yüzden o da zulüm yapmış olabilir, ya da zalimle daha önce işbirliği yapmış olabilir.
İşin doğrusu mazlumun, yaptıklarından pişman olup samimane tövbe ve istiğfar ederek Cenab-ı Hak’tan yardım talep etmesi lâzımdır. Eğer bunu yapmaz ise ahirette mesul olur, dünyada değil. Kaldı ki biz bunu bilemeyiz.
Ancak onun maruz kaldığı zulümden kurtulmasına yardım sürecinde ona “Senin de şöyle şöyle hata ve kusurların vardı” demek doğru olmaz. Bu tavır, zımnen zalimi zulmünde haklı görmek manasını içinde barındırır.
Mazlum kişi, aldığı haksız ve merhametsiz darbelerle maneviyatı ağır yara almıştır, ruh dünyası çökmüştür. Bu süreçte onun Müslüman kardeşleri tarafından teselliye ve moral takviyesine şiddetle ihtiyacı vardır.
Bu süreçte onu eleştirmek, onun ruh dünyasının daha çok yıkılmasına sebep olur. Bu tavırla adeta ona zımnen “Sen bu muameleyi hak ettin. Sana oh oldu” mesajı verilmiş olur.
Üstad Bediüzzaman, her söylediğimizin doğru olması gerektiğini, ancak her doğruyu her yerde söylemenin doğru olmadığını, kâfir bir adama “Ey kâfir!” denmeyeceğini ifade etmektedir. (Münâzarât, s.161) Vicdanlı, ferasetli bir mü’min, neyi, ne zaman ve nasıl konuşacağını ve yapacağını bilir ve ona göre davranır.
Zulümden kurtulduktan sonra özeleştiri yapmasına ve benzer akibete maruz kalmaması için mazluma daha sonra uygun bir zamanda ve yerde kavl-i leyyinle uyarılar yapmakla yardım edilebilir. Çünkü o aynı zamanda din kardeşimizdir.
Son söz: Rabbimizin en hoşlanmadığı davranış zulümdür. Bir grubun, toplumda işlenen zulümlere karşı çıkması farz-ı kifaye gibi bir vazifedir. Hiç kimse bu vazifeyi yapmaz ise, İlâhî gazabın hepsini kuşatması kuvvetle muhtemeldir. Bu vazife yapılırken mazlumun incitilmesi doğru değildir.