"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Deizm mi, “deveizm” mi?

İsmail TEZER
14 Eylül 2018, Cuma
Başlıktaki merakınızı hemen giderelim. “Deveizm” bize ait bir tâbir. Uydurduğumu düşünebilirsiniz. Ama Üstad Bediüzzaman’ın “devekuşu” metaforundan esinlendiğimizi ifade edelim.

Malûm Bediüzzaman, iman ile inkâr arasındaki psikolojiyi (“küfr-ü meşkuk” dediği şüpheli inkârı) açıklarken kullanır bu örneklemeyi.

Son günlerde “Deizm” sıkça gündeme gelmeye başladı. Kısaca “Allah’ın varlığını kabul edip, ancak O’nu kendi hayatına müdahale ettirmeyen bir felsefe” olarak açıklamak mümkün bu akımı. Gazetemizin Enstitü sayfasında bununla ilgili çok öz bir tahlil geçen haftadan beri devam ediyor.

Kimi çevrelerce Deizmin güya Allah’ı inkâr karşısında daha akılcı bir yol izleyerek O’nun varlığını kabul etme düşüncesine dayandığı dile getirilse de, son tahlilde kendi içinde çelişkiler barındırdığı aşikâr. Zira her şeyi yaratan ve her şeye hükmeden yüce bir otoriteyi kabul edip de, O’nu “kendi hayatına müdahale ettirmemek” düşüncesi pek akıllıca durmuyor neticede.

Hem her şeyin üzerinde bir güç olsun, hem de hayatımıza -hâşâ- müdahale etme hakkı olmasın?

Hem kâinatı ve onun bir özeti hükmünde olan insanı bu kadar mükemmel yaratsın, hem de -hâşâ- onlarla hiç ilgilenmesin, onları başıboş bıraksın?

Aslında Allah’a inanıp da “Kitap, Peygamber ve Ahiret” gibi imanın diğer şartlarına inanmamanın akıl ve mantığa ters olduğunu mükemmel bir şekilde ortaya koyan Risale-i Nur’un hemen hemen bütün bölümleri Deizmi temelden çürütüyor. Bununla beraber “devekuşu” örneği ise daha bir dikkat çekici. Hikâye şöyle:

Devekuşuna demişler:

“Madem kuşsun, uç bakalım.”

Uçamayacağını anlayınca “Hayır, ben deveyim” demiş.

Bunun üzerine “Madem devesin, taşı bakalım şu yükleri” demişler.

Bu sefer de kanatlarını açmış ve “Ben kuşum” diyerek kendince yükten kurtulmuş. “Avcıya hedef olacaksın” dediklerinde ise başını kuma sokmuş. Tabi koca gövde dışarıda, hedef olmaktan kurtulamamış.

İşte Bediüzzaman iman ile inkâr arasındaki psikolojiyi böyle açıklar. Bunu “küfr-ü meşkuk” (şüpheli inkâr) diye tanımlar. Devekuşunun kendisini “deve” olarak kabul ettiğinde “yük”le karşılaşması gibi, insan için Allah’a iman etmek elbette bazı “yükler / yükümlülükler” getirir. Hakikat-i halde insan için hem bu dünyada hem de ahirette bir “hafiflik ve rahatlık” vesilesi olan bu yükümlülükleri, gaflet ile bir “yük ve ağırlık” olarak algılamak ise insanı bir kaçışa sevk eder. Devekuşunun “develiği” kabullenmekten kaçınması gibi insan da “iman etmek”ten kaçar. Halbuki bu zâhirî ağırlıktan kaçış, onu gerçek anlamda ağır bir psikolojik yükün altına sokar. Zira “inkâr” şıkkını “kesin” olarak işaretlemenin bedeli bu dünyada bile çok ağırdır. Allah’ın yokluğunu iddia edenin dünyası “yokluklar”la dolar. 

Düşünün bir kere; sevdiklerinin, kendisini hayata bağlayan şeylerin bir bir gözünün önünden yokluğa kayıp gittiğini görmek insanı çıldırtan, cinnet halleri yaşatan bir durum değil midir? İlle de ahiretin, sonsuz bir hayatın olmadığını savunarak kendine bu bunalımları reva gören bir insana “Ne zorun var?” demezler mi? Ve böyle bir insan, inkâr psikolojisinin yaşattığı bu hallerden kaçınmak adına “Belki de Allah ve ahiret vardır” deme noktasına gelmez mi? 

İşte Bediüzzaman tam da bu psikolojiyi şöyle ifade eder: “Belki küfr-ü mutlaktaki manevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”

Hal böyle olunca Deizm, “kuru bir teselli felsefesi” olmaktan öteye geçmiyor. Dünyadaki “manevî Cehennem”den kaçış, belki bir nebze de kendince “öteki dünyayı garantiye (!) almak” adına “Allah ve Sonsuz Hayat” düşüncesine sığınmak; ama bunun getireceği sorumluluklardan kaçış adına da ibadet gibi mükellefiyetleri reddeden bir felsefeyi kabul etmek! Allah’ın Kitap ve Peygamber aracılığıyla kullarına bildirdiği yükümlülükleri, kurallar manzumesini göz ardı edip, “İnsan kendi doğasına kulak verirse iyiyi, doğruyu bulur” gibi nâkıs ve aldatıcı bir felsefe ile kendi hevesi doğrultusunda bir din (!) inşâ etmek!

Fesübhanallah! Bediüzzaman bu psikoloji için “devekuşu” örneğini verdiği On Üçüncü Lem’a’nın Sekizinci İşaret’inde boşuna “acip bir mağlata-i şeytaniye [şeytanın aldatmacası]” demiyor.

Ne dersiniz, Deizme “deveizm” demekte haksız mıyız?

 

Okunma Sayısı: 3468
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Abdullah Tunç

    14.9.2018 08:40:25

    Devlet bir kişiyi bir göreve tayin ettiğnde,tayin olan kişi artık iş bitti;istediğim gibi hareket ederim,emir memir dinlemem,kural mural tanımam diyebilir mi?Derse ve öyle hareket ederse devlet bu adama göz yumup çalışmasına izin verir mi?Asla...Gelelim insana;İnsan Cenab-ı Hakkın nakşı azamıdır.En büyük sanatıdır.Arzın halifesidir.kainatın haritası ve santralıdır.En zengin duygularla donatılmıştır.Hiç mümkün müdür ki bu kadar kıymetli bir sanat eseri başı boş bırakılsın,hayatı bir nizamın altına alınmasın.Fiil ve hareketlerinden sorumlu tutulmasın.Bir bilgisayar gibi kıymetli bir icat her halde atari oynamak için icat edilmemiş,Bir mersedes öyle kenarda dursun veya taş taşımak için yapılmamış,Bir cep telefonu dedikodu için icat edilmemiş.Bu kıymetli eserlerin mühim vazifeleri var onlar için vücüda getirilmişlerdir.Amaçları haricinde kullanılamazlar.Peki insan,Hiçbir kanun ve kural tanımadan yaşaması,fıtrata,akıl ve mantığa,sanatın mahiyetine , mavki ve makamına uygunmudur?

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı