Şahıs odaklı entegre fanatizmi şu şekilde tarif etmek mümkün: Yalakalık, riyakârlık, enaniyet, kibir ve gururdan mürekkep bir macun.
Türkiye toplumu içinde, maalesef ki, şahıslara adeta taparcasına bağlanan insanlar türedi. Öyle ki, perestiş ettikleri şahıslara Allah’ın vasıflarını yükleyenlerden tutun da, onlara sahabelerin Hz. Peygamber’e (asm) biat-itaat ettikleri gibi serfürû edilmesi gerektiğini haykıran simsarlara kadar, bir sürü bağnaz fanatik var toplumun katmanları içinde.
Aslında, bu bir çeşit hastalıktır. Üstelik, bulaşıcı olma özelliği sebebiyle, hızla yayılan çok tehlikeli bir hastalık…
Ne yazık ki, bunun gibi, çeşit çeşit daha başka hastalıklar da var sosyal, siyaset, kültür, san’at, edebiyat hayatımızda; hatta, din ve ahlâk sahasında...
Bu hastalıkların mühim bir kısmı, Muhakemat isimli eserde şu şekilde sıralanıp tarif ediliyor: “Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûretperestlik, üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle (kısmen), ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine fedâ edecek derecede bir maraz olacaktır.” (Age: 79)
Bu hastalıklar listesine, her halde “şahısperestlik” maddesini de ekleyebilirz.
*
Risâle-i Nur’da mükerrer olarak Zaman, şahıs zamanı değil. Zaman, cemaat ve şahs-ı manevî zamanıdır. Şahs-ı mânevî daha metindir. Şûrâlar, daha metin olan şahs-ı mâneviyi temsil ediyor denildiği halde, insanlarımızın ekserisi, maalesef, yine de gidip zayıf, geçici, muvakkat ve çürümeye, kırılmaya, dağılmaya, yanılmaya, nihayet fenâya mâruz ve mahkûm olan şahıslara bağlanmayı tercih ediyor.
Bu noktada, fenâ halde yanılgılar ve müflis tecrübeler tekrar be-tekrar yaşandığı halde, insanların bir kısmı yine de yığınlar ve kalabalıklar halinde gidip aynı hataya bir daha, bir daha düşebiliyor. Sonunda, duyguları itibariyle yara-bere içinde kalan, çevresiyle uyumsuz ve alabildiğine asabileşen, hatta bir kısmı ye’se düşen, karamsarlık pompalamayı alışkanlık haline getiren hastalıklı fertlere dönüşüveriyorlar.
Bu dehşetli marazdan kurtulmak, yahut zararı hafifletip sıkıntıyı asgariye düşürmek için neler yapılabilir ve neler yapmalıyız? Biraz da bu nokta üzerinde durmaya çalışalım.
*
Günden güne şiddetini arttıran ve her hadisede yeni boyutlar kazanarak tırmanışını sürdüren sosyal ve siyaset sahasındaki didişmelerden, mümkün olduğunca uzak durmakta fayda var.
Bu çatışma ve didişmeyi alabildiğine kızıştıran simsarlara da mesafe koymalı. Zira, onların yakalanmış olduğu bu amansız hastalık “İspanyol nezlesi” gibi bulaşıcıdır. Akılları geveze, kalpleri ise müfreze yapar.
Bu tip kimselerle olan konuşmalar, sohbetler, hiçbir kemâlât vermez. Aksine, sıkıntıyı arttırır, kalbi katılaştırır. Çünkü, hem akla ziyan, hem de alâka-i kalbe değmeyen şeyler üzerinde dolaşıp durur. Sohbetin, konuşmaların hemen tamamı ya bir şahsı övmeye, ya da muarızı olan bir başka şahsı yermeye matuftur.
İşte, böylesi ortamlarda fazlaca bulunmak, hele hele incitici atışmalara müdahil olmak kalpleri katılaştırmaktan ve kılıçları keskinleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Bu ise, ileriye değil, geriye götürür. Yeniye değil, eskiye yuvarlatır.
Hülâsa: Bir dost meclisinde, bir ihvân sohbetinde yara açmadan ve açtırmadan, yara kaşıyıcılığı da yapmadan ve yaptırmadan, ağız tadıyla sohbet etmek veya ettirmeye çalışmak, dünya hayatının belki de en mesudane vaktini yaşamak ve yaşatmak mânâsına gelir ki, bunun da en büyük mükâfatı rızâ-i İlâhiyedir.
Afrika’da Kur’ân dersleri (1)
Geçen Cuma gününü Fildişi Sahili’nin Abobo şehrinde geçirdik. Abidjan merkezinden bir-iki saat mesafedeki kalabalık Abobo beldesi ki, nüfusu bir milyonu geçmiş durumda.
Burası, Müslüman nüfusun en yoğun olduğu bölgelerden biridir. Elliden fazla camii, yüzden fazla medresesi var.
Cuma namazından sonra, gittiğimiz muhitin imamları ve âlimleriyle bir toplantı yaptık. Daha doğrusu bizim için cami imamının evinde toplandılar.
Toplantılarda yaptığımız sohbetler, medrese ve Kur’ân Kurslarında şahit olduğumuz hizmet ve faaliyetler hakkında, günden güne bilgi ve haber akışını inşallah sağlamaya çalışırız.