Mutlak istibdat devrinde 22 yıl kesintisiz şekilde Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Fevzi Paşa, 1944'te kerhen de olsa emekliye sevk edildi. (Ayrıca, 3. Cumhurbaşkanı olarak seçilmek emelindeydi.)
O tarihte CHP'nin ikinci adamı konumundaki Hilmi Uran, istemediği halde emekliye zorlanan Fevzi Paşanın İsmet Paşaya kırgın olduğunu, fakat bu kırgınlığı ilk başlarda dışa vurmadığını Hatırat’ında etraflıca anlatıyor ve özellikle şu noktaları nazara veriyor:
* Mareşal'in bir siyasî beklentisinin olup olmadığını sordum, müsbet bir cevap vermedi.
* 1946'da DP'nin listesinden bağımsız aday oldu, Meclis'e girdi. Aynı sene İsmet Paşaya karşı DP'nin cumhurbaşkanı adayı oldu.
* 1948'de DP'yi adeta sattı ve yeni kurulan Millet Partisine geçti. Bu partinin fahrî başkanı oldu. Partililer onun karizmasını tepe tepe kullandılar. (Hatıralarım, s. 467-470)
* * *
Fevzi Paşa, hakikaten hiçbir zaman DP'li olmadı. Onlardan yararlanmaya çalıştı. Sonra da gidip MP'lilerin seçimlerde fahrî taşeronluğunu yaptı.
Öyle ki, Demokratlara yönelmiş olan seçmenlerin önemli bir kesimi (bilhassa dindar kesimi) Milletçilere kaymaya başladı.
Zira, MP'li Fevzi Paşa, DP lideri Celal Bayar'a nazaran daha dindar, dolayısıyla daha tercihe şâyân biri olarak kabul ediliyordu.
Doğrusu, 1950'deki genel seçim sürecine girildiğinde, vatandaşın tercihi, birbiriyle yarışan üç büyük parti arasında dağılmış durumdaydı. Bunlar CHP, DP ve MP idi.
Aynı zamanda, parti ismi lider ismiyle birlikte yâdediliyordu: İsmet Paşanın partisi, Fevzi Paşanın partisi ve Bayar'ın partisi gibi...
Dindar kitlenin Fevzi Paşayı tercihe yönelmesi, CHP karşısındaki DP'yi bir hayli zorlamaya başlamıştı. MP'li Bölükbaşı'nın hararetli ve etkili konuşmaları da, işin tuzu biberi olmuştu. Seçmen, ilk aylarda MP ile CHP arasında sıkışmış ve adeta ikisinden birini tercihe zorlanmış gibiydi.
Seçime 35 gün kala...
14 Mayıs 1950 seçimleri öncesinde, Üstad Bediüzzaman'la görüşen ve ondan siyasî ders ve ölçüleri alan Nur Talebeleri, mutlak ekseriyetle tereddütlerden kurtularak, "Demokratlara nokta-i istinat" olma yönünde esaslı bir duruş sergilediler.
Bediüzzaman, Demokratların Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarların devamı olduğunu, o zaman mânen İttihad-ı Muhammedî'den olan Nurcular Ahrarlar'a nokta-i istinad olduğu gibi, bugün de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcuların Demokratlara nokta-i istinad olmaları gerektiğini talebelerine ders veriyordu. (Emirdağ Lâhikası, s. 271.)
Buna rağmen, Fevzi Paşa hakkında sair dindarların tereddüdü, hatta bir kısmının teveccühü devam ediyordu.
Derken, genel seçimlere yaklaşık bir ay kadar kısa bir zaman kalmıştı ki, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa aniden öldü.
Onun ölmesiyle birlikte, Millet Partisinin yıldızı da aniden sönüverdi.
Meclis'e büyük bir grup ile girmeyi tahayyül eden MP'liler, ancak yüzde üç buçuk oy oranı ve bir tek genel başkan Bölükbaşı ile girebildiler.
Evet, Fevzi Paşanın anî ölümü, bir bakıma demokrasi tarihimizin de seyrini değiştirdi.
Gerçekten de, anî ve beklenmedik ölümlerin, tarihin seyrini değiştirdiği de bir vakıadır. Meselâ, 1921'de bütün Anadolu'yu istilâya hazırlanan Yunan Kralı I. Aleksandros'un bir maymun tarafından ısırılarak ölmesiyle, o dehşetli planın akim kalması gibi...
İşte, Fevzi Paşanın ani ölümü de, iç siyasî dengeler açısından çok önemli bir hadise olmuştur.
Onun ölümü, aynı zamanda DP'nin önündeki en büyük handikapın aşılmasını netice vermiştir ki, seçim sistemini kendi hesabına göre tanzim eden İsmet Paşanın bütün hesapları da bir anda altüst olmuştur.
SAYGISIZLIK
Barbaros Hayreddin’e heykel darbesi
Ruhuna rahmet yağdırmak niyet ve arzusuyla asırlar boyu duâlarla, hatimlerle, mevlidlerle anılan "Denizler Hakimi" ünvanlı Barbaros Hayreddin Paşa, 25 Mart 1944'ten itibaren, ne yazık ki heykeliyle ve heykelinin önündeki dünyevî törenlerle anılmaya başlandı.
Bu tarihte, İstanbul Beşiktaş Meydanında, türbesine yakın yerde, sözde onun hatırasına yapılan bu heykel, aslında onun ruhunu muazzeb etmektedir.
Zira, o hayatının hiçbir safhasında heykelci olmadı, heykel yapılmasını tasvip etmedi; dahası, heykelcilik adeti, onun asıl mücadele etmiş olduğu ecnebî cephenin inanç ve hatta tapınak figürleri arasında yer alıyordu.
Dolayısıyla, onun heykelleri sevmesi, imkân ve ihtimal haricidir. Buna rağmen, tutup bir de o büyük zâtın heykelini dikmek, hem onun şahsına bir hürmetsizlik, hem de onun taşıdığı inanç değerlerine alenî bir hakaret mânâsını taşımaktadır.
O halde, bu ucûbe heykel, niçin yapıldı?
Acaba, aynı yerde bulunan türbesinin başında rahmet duâlarıyla ve dinî merasimlerle anılması ihtiyaca kâfi gelmiyor muydu?
Acaba, bir tarihî şahsiyeti anmak için, illâ da onun heykelini dikmek mi gerekiyor?
Cevabı havada kalacak daha bir dizi soruyu sıralamak mümkün. Çünkü, heykelcilik namına verilecek tatminkâr hiçbir cevap olamaz.
Demek ki, bu işte bir kasıt var: Mukaddes değerlerle fetihlere imza atmış bir eşsiz kahramanı, aynı değerlere yüzde yüz zıt bir işgüzârlıkla, ona ruh ve mânâ cephesinden yıkıcı bir darbe vurma kastı.
Evet, bir ismi de Hızır Reis olan Hayreddin Paşa, maalesef 1944'ten bu yana söz konusu heykelin önünde anılmakta ve bu sebeple ruhu azap içinde bırakılmaktadır.
Onun ruhunu bu azaptan kurtaracak gelişmelere bir kapı açılması ümit ve temennisiyle, Yahya Kemâl'in onu derhatır ettiren mânidar bir şiirini takdim ediyoruz...
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor.
Adalar'dan mı, Tunus'tan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi,
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor.
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?