Doğruluktan ayrılmayan insanın içi rahattır. Vicdanı müsterihtir. Aklı müstakimdir.
Yalana alışmış insan ise, iç dünyasında huzursuzdur. Vicdanı elemden, azaptan kurtulamaz. Aklı-zihni ise karmakarışıktır.
Cevabı kolay ve basit olan bir suâl şudur: Yalancılığı alışkanlık hâline getiren kimsenin zihin dünyası neden karışık olur?
Elcevap: İki sebepten dolayı.
Birincisi, zihni sürekli şekilde yeni yalanlar üretmekle meşgul olduğu için, hâliyle yorulur ve karıncalanır.
İkinci sebep, yalancılığı meslek edinmiş kişi, eski yalanları ortaya çıkmasın diye, canhıraş bir şekilde onların üstünü örtmekle meşgul olur.
Aklını, fikrini, zihnini böyle katmerli şekilde çalıştırmakla boş yere heder eden kimsenin iç âleminde huzura ermesi ve sükûnet bulması pek mümkün görünmüyor. Huzur ve sükûnet bulamayan kimse, hâliyle istikrarlı da olamıyor. Sürekli şekilde yalpalayarak gider. Hayatını U dönüşleriyle, hatta O dönüşleriyle öyle lekedar ve sabıkalı bir hâle getirir ki, doğruluğa değer verenlerin nazarında inandırıcılığını da büsbütün kaybeder.
Meselâ, gayet ateşli ve hararetli bir üslûp ile savunduğu bir mesele hakkında, bir süre sonra tam tarsine bir davranışta bulunmayacağına inanamıyorsunuz. Hele ki siyasetçi ise, o kimsenin sözünde duracağına ve aynı istikmatte gideceğine bir türlü kanaat getiremiyorsunuz.
Evet, siyasîlere itimat etmek, ne yazık o derece zorlaşmış durumda. Zira, maalesef onların kahir ekseriyeti sözünde durumıyor, sözünün eri olamıyor.
Acaba, şu söylediklerimizin aksini iddia eden bir Allah’ın kulu var mıdır? Yani, “Falan siyasetçiler dürüsttür” yahut “Şu partinin lideri sözünün eridir, yalana tenezzül etmez” diye isim zikredecek kimse var mı? Varsa şayet, tutup medenice isim versin, biz de tutup siyasî liderin zikzaklarını, dönüşlerini, yalpalamalarını ortaya koyup ispat edelim.
Peki, biz bu meseleyi neden bu derece iddialı vurgularla dile getiriyoruz?
Çünkü, hakikaten “siyaset âleminde doğruluk” denen şey sekeratta, can çekişiyor. Yani, bizim nazarımızda öldü ölecek gibi görünürken, Hz. Bediüzzaman, tâ bir asır önceki teşhisiyle doğruluğun siyasette öldüğünü Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde şu sözlerle ifade ediyor: “Sıdkın, hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.”
«
Sıdk, yani doğruluk siyasette ölünce, onun yerini hâliyle “yalancılık” işgal ediyor.
Yalancılığın en fena, en kötü ve en tehlikeli şekli ise, ardı arkası kesilmeyen yalanların, toplum tarafından da adım adım kanıksanır bir hâle gelmesi, yani artık normal olarak görünmeye başlamasıdır.
«
Hutbe-i Şâmiye’de, söz konusu şu dehşetli yalancılık marazının ürpertici boyutlarını nazara veren Üstad Bediüzzaman, elbette bunun çaresi hakkında da uzun uzadıya tariflerde bulunarak en tesirli reçeteyi yazıyor.
İşte, o müessir reçeteden “gâfil kafalara tokmak” gibi, ardı sıra diziler veciz bazı ifadeler:
“Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır.”
“Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihyâ edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet, sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir.”
“Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.”
Şu son ifade, meselenin can damarına, yahut bam teline dokunuyor: Yani, yalan söylemek, bir yönüyle Allahın kuvvet ve kudretine iftira etmek gibidir. Ve bu nokta, hakikaten mü’min kimseleri titretecek kadar korkutması icap ediyor.
Bu fevkalâde ehemmiyetli konuyu, Münâzarât’ta doğruluğun yüksek kıymetini nazara veren şu veciz ifade ile taçlandıralım:
“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan [gayr-ı müslimlerden] fevc fevc [dalga dalga gelip İslâmiyete] dahil olacaklardır.”