Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez’in, gazetemizde de haber olarak çıkan bir konuşması, öteden beri zihnimi meşgul eden ve cevap aradığım bir soruyu yeniden zihnimde canlandırdı.
Cevap aradığım soru şudur:
Acaba “din” hayatımızın neresinde ve hayatımıza ne kadar yansıyor?
Bu sorunun cevabını aramaya; gördüğüm kadarıyla hakikatleri görme istidadında görünen Görmez Hocamız’ın şu ifadeleriyle başlayalım: ‘Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı öğrenmeden, onu anlamadan, anlama çabasına girmeden hayatı terk etmeyin. Vallahi yazık edersiniz kendinize, kendinize yazık edersiniz!
Muhammed İkbal, Pakistan’ın büyük şairi diyor ki: ‘Bir insan ki dünyaya bir kez geldi, Rabbinden ona gelen en büyük mektubu, Kur’ân’ı okumadan, öğrenmeden, öğrenme çabası içine girmeden dünyayı terk ederse, o hiç dünyaya gelmediğini kabul etsin.’
Gördünüz mü, sayın Görmez’in, en zayıf noktamızı nasıl gördüğünü? Kur’ân’ı okuyup anlamaya çalışmak.. Ve elbette ki anladığını da yaşamak!..
Sadece bu noktadan bakıldığı zaman, denilebilir ki, Sahabe-i Kiram hazeratının sayısı ne kadar belli idiyse, yeryüzünde Kur’ân-ı Kerîm’i Rabbinden kendisine gelen mektub olarak kabul edip öylece ona muhatap olan ve emirlerine harfiyen boyun eğenlerin sayısı da o kadar bellidir ve bu sayıyı da ancak Allah (cc) bilir.
Zira iman ve Kur’ân hakikatlerini tam idrak ederek, hayatına tam tatbik etmek; artık her Müslümanın muvaffak olmakta çok zorlandığı bir hususîyet arz ediyor. Zira mevcut devlet rejimleri buna destek vermiyor. Toplumun genel ahlâkı buna destek vermiyor. Seküler zihniyetler buna destek vermiyor. Medya buna destek vermiyor.
Mehmet Görmez Hocamızın görmezlikten gelemeyeceği bir başka mesele;
Evet, Kur’ânı öğrenme, anlama ve mânasıyla amel etme hususunda bazı engellemeler de, maalesef dahilden geliyor. “Diyanet İşleri” şemsiyesi altında bulunan, oradan beslenen ve zararlı pıtıraklar gibi masum ve makul fikirlere musallat olan nevzuhur bazı iddialar körpe dimağlara dokunduruluyor; sözde din namına, güya Kur’ân hesabına kafalar karıştırılıyor, mü’minler “Sünnet-i Seniyye”den uzaklaştırılıyor. Nazarlar Peygamberimizin (asm) hayatından çevirtilerek, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in mealine bakılması yeterlidir, deniliyor. Sahabeden İbn-i Abbas’tan (ra) bu yana yapılagelen binlerce tefsir adeta yok sayılıyor.
Şimdi Diyanet İşleri Başkanı’mızın hoşgörüsüne sığınarak soralım:
Sadece mealine bakarak Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak mümkün mü? Ulemanın ve ümmetin kabulüne mazhar olan tefsirleri yok saymak kime ne kazandırır? Diyelim ki, hariçteki zararlı müddeîlere müdahale edemiyorsunuz, ama kurumunuz bünyesini böylesi zararlı yaklaşımlardan ayıklama iradesini pek âla gösterebilirsiniz.
Yurtdışında da böylesi müddeîlere rastlıyoruz. Bazen de itiraz edip mukabelede bulunmak durumunda kalıyoruz. İsim ve yer belirterek dedikodu yapacak değiliz. İlgili mercilere şikâyette bulunarak kişilerin şahsiyet ve mevkilerine zarar vermek, huzurlarını kaçırmaktan da kaçınırız. Çözüm ve çarenin yolu da bu değildir. O görevliyi oradan alıp başka bir yere verirsiniz, aynı itikad ve anlayışını gittiği yerde yine sürdürür. Mühim olan; “edille-i şer’iye” ve ehl-i sünnet vel cemaat mekanizmalarının en baştan işletilmesi, teşkilâta din görevlisi alınırken azamî dikkat ve hassasiyetin gösterilmesidir.
Bir bakıyorsunuz, hem de Diyanet’e ait bir camide kürsüye çıkmış ahkâm kesiyor. Yüksek perdeden estikçe esiyor. Sanki dünyada bir tek âlim var, o da kendisi! En büyük gayreti, selef-i salihinden mervî olan rivayetlere ilişmek, ulemayı tenkid etmek ve tefsirlerin te’sirini kıracak beyanlarda bulunmak!
Neymiş, Kadir Gecesinden başka mübarek sayılan bir gece yokmuş. Neymiş, teheccüdden başka nafile namaza itibar edilmemeliymiş. Neymiş, Mi’rac Gecesindeki yükseliş rüyada gerçekleşmiş. Neymiş, kabir azabı diye bir şey yokmuş. Bir de buna kendince delil getiriyor ki, kendi iddiasını o delille zelil ediyor. “Bazı insanların cesetleri yakılıp külleri havaya savruluyor. Bu durumda onlar nasıl kabir azabı çekerler?” diye sorarak, muzaffer kumandan edasıyla haykırıyor. Biz de diyoruz ki, “Hocam, sizin bu iddia ve yaklaşımınız direkt itikada dokunur. Cehennemin inkârına kadar götürür. Yani cesetlerin yakılması, kabir azabından kurtarıyorsa, oldu olacak, şu cehennem azabından da –hâşa- kurtarsın bari!”
Ve sonra Rahman Sûresi’nin bu üç âyetini hatırlatıyoruz: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin hudutlarından (etrafından, sınırlarından) geçip gitmeye gücünüz yeterse haydi geçin. Ama, büyük bir güç olmadıkça geçemezsiniz.”
“O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”
“Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.”
Haftaya bu konuyu bağlayalım, inşaallah.