Her devirde dünyanın her yerinde hak ve adâleti hakkıyla gözeten âdil idareciler ve hakperest hâkimler olagelmiştir.
İran’ın Nûşirevan namındaki âdil hükümdarı, İslâm âleminin Hazret-i Ömer’i ve Ömer bin Abdülaziz’i ilk akla gelen isimler arasında yer alır.
Âdil hâkimler de, âdil kararlarıyla tarihin şeref sayfalarında yerlerini korumaktadırlar.
Bir örnek olarak Denizli’nin ilk kadın hukukçusu Senirkentli Hesna Şener Hanımefendi ki, Risale-i Nur müellifi Üstad’ın hususî duâsına ve şu iltifatına mazhar olmuştur:
“Hâkim-i âdil ile beraber, hakikî adalete çalışan zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu’yu ve âlem-i İslâmı mânen minnettar eylemişler.”
Hak ve adalet evrenseldir ve herkese lâzımdır. Bir zamanlar bir değirmenci ile kral arasında yaşanan bir anlaşmazlık üzerine değirmencinin, “Berlin’de hâkimler var” sözü, o günden bugüne söylenegelmiştir, yeri geldikçe hâlâ söylenir. Bazen de yeri geldikçe ve yerine göre, meselâ “Ankara’da hâkimler vardır” denilir.
Üstad Said Nursî, tesettürle alâkalı bir âyetin tefsiri hakkında mahkemenin verdiği yanlış bir karar için şöyle der:
“Elbette, rûy-i zeminde adalet varsa o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.’’
Nitekim bugüne kadar kendi ülkemizde verilen bazı mahkeme kararları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde haksız bulunmuş ve haksızlığa maruz kalanlara tazminat ödenmesine karar verilmiştir.
Gazetemiz imtiyaz sahibi muhterem Mehmet Kutlular da bir fikir beyanından dolayı belli bir süre hapisle beraber benzer bir serüveni yaşamış, sonunda hem Türk adaleti onu aklamış hem de AİHM’de kendisine tazminat ödenmesi kararı verilmiştir.
Zaten fikir, meslek ve meşrep itibariyle Risale-i Nur’un medyadaki dili istidadında olan bir gazetenin gerek Türk ve gerekse dünya kamuoyundan saklayacağı bir şey olamaz. Yazar ve çizerlerinin de yargı önünde veremeyecekleri bir hesap yoktur. Kanunlara, hak ve hukuka aykırı söz ve beyana asla yer vermediğine elli yıllık yayın hayatı şahittir. Kendisine yapılan mesnetsiz ve seviyesiz saldırı ve iftiralara karşı da mukabelede bulunmayıp, kanunlar çerçevesinde hakkını arayan bir geleneğe sahiptir. Bugün bile benzer bir dâvânın görüldüğü gündür ki, hak ve adâletin tecelli edeceğine olan inancımız tamdır.
Evet, hak ve adalet yerini bulur. Ama acaba biz de insan olarak hak ve adalet noktasında olmamız gereken yerde miyiz?
Hakkın ve haklının yanında; haksızlığın ve haksızın karşısında mıyız?
Hele ki Nur Talebeleri olarak okuduğumuz iman ve Kur’ân hakikatlerinin hakkını verebiliyor muyuz? Okuduklarımız hak olduğu kadar; konuştuklarımız, yaşadıklarımız ve hükümlerimiz de hak oluyor mu?
Aslında Bediüzzaman bizatihî hak ve adalet timsali bir şahsiyet olarak yaşamıştır. Hakkını ve hukukunu kanunlar çerçevesinde aramış, mahkemelerde yargılanırken bile hak, hukuk ve adalet dersi vermiştir. Onun müdafaaları dünya hukuk tarihine geçecek ve üniversitelerde okutulacak niteliktedir. Dâvânın icrasında mukadder olan hapis ve mahkeme safahatını da kaderin bir tecellisi ve ilânat olarak kabul etmiş, dâvâ açan savcılara ahir ömründe hem duâ, hem de hakkını helâl etmiştir.
Nur Talebeleri de Üstadlarından aldıkları derse binaen, hak ve hakikati her platformda ifade etme istidadındadılar. Mahkemelerden ve yargı önünde hesap vermekten de kaçınmaz ve çekinmezler. Hak ve adâletin er veya geç yerini bulacağına yürekten inanırlar.