Fânîdir. Külliyen mi? Hayır, “Allah’ın, ruhundan üflediği” bir varlık için mutlak fena mümkün değil.
İnsan bizzat değil mahiyetindeki İlâhî nefes itibariyle, sabittir. Duvarsız bir tünelde sabittir. Vücuduyla işgal ettiği yer onun tünelidir. Çevresindeki her şey, ışık hızıyla bir yerden bir yere giden sanki insanın kendisiymiş gibi gelip geçmektedir. İlâhî nefes ile sabit olan insan, etrafındaki nice tagayyürata, inkılabata cismanî bedeniyle uyar, fenaya doğru akar ancak İlâhî nefesten gelen cevheriyle bu fenaya muhalefet eder. O cevher; çıktığı aslı, kaynağı arayarak bizzat Bâkî olanı, aklı tatil-i eşgal ile bilmese de vicdanıyla özler ve arar. Manen beka arzusu budur. Mebdesi, meadı olsun ister.
Aklı tatil-i eşgal, vicdanı tefessüh etmeyen her ruh, çevresinde tagayyürat, tahavvülat ve inkılabat ile fenaya doğru akıp giden her hadise, eşya ve mahlukatta, ezelden gelip ebede bakan tecellileri görür, onlarla o cihetle alâka-i kalp kurar, ruhunun hıfzına aldığı bu tecelliyatta, cümle masivanın tesbihine, ubudiyetine nazir ve şahit olur; mana-i harfî nazarıyla edilen bu şahadetlerle Allah’ın nefesinden gelen ruh inbisat eder, nazir olduğu tesbihatı ve ubudiyeti de mahiyetine katmakla, masivayı da o cihetle fenadan kurtarmaya vesile bir sanduka olur.
Eğer insan vicdanıyla aradığı bekayı, tatil-i eşgal eden aklındaki iman nurunun noksaniyetiyle, mana-i ismî nazarıyla, Bâkî olandan bilip aramaz ise mahlukatın fenaya bakan cihetine hasr-ı nazar eder; alâka-i kalbi o itibarla kurar. Bu ise ruhun hanesi olan cesed manasının galebesiyle sonuçlanır. Işık hızıyla duvarsız bir ortamda seyahat eden biri, ruh manası cesede galebe ettiğinde sürtünme hiç olmayacağından bir azap hiç hissetmeyecekken; cesed manası ruha galebe eden biri, seyahat esnasında oluşacak gelip-geçicilikten mütevellid adeta bir sürtünmeyle korkunç bir azap duyacaktır.
İnsandaki nuraniyet inkişaf ettikçe, zamanın tesiriyle masivadaki fenaya bakan maddî tagayyüratın teessürü de yerini, levh-i mahv ve ispatta her an nebean eden yeni tecellilerin lezzetine bırakıyor. Aksi durumda, en masum muhabbetler dahi mana-i harfî nazarıyla bakılmadığında, masivanın tagayyür ile zamanın o anında kalarak fenaya giden geçici maddî sureti, insan ruh ve kalbine adeta bir kanca gibi takılıyor. İnsan, algıladığı zaman çizgisinde dururken çevresi durmadan hareket ettiği için çevresinden gelip geçen alaka kurduğu her maddî suretin kancası her defasında ruh ve kalpten bir parça koparıyor, rahne açıyor.
Umum kâinatta, sadece vicdanıyla değil, iman nuru ve mana-i harfî nazarlı aklıyla da Bekaî olanı arayan bir mümin kalp, hususî olarak bir muhabbet vesilesine mana-i ismî ile hasr-ı nazar ettiğinde, o cihetten yine yaralanıyor.
Fena içinde bekayı vicdanıyla sezip aklıyla bilebilen; Bâkî olana giden yolda fânî olabilen; pürnur Cebrail’i (as) dahi yandırıbilecek olan Sidre’den Resulullaha (asm) maddî cesediyle bile geçebilmeye müsaade verdiren, inkişaf edip, maddiyatına galebe çalmış o eşsiz nuraniyetinden feyizyab olan, hakikat-i nefsini nefes-i İlâhî’den bilen insanlardan olmak duasıyla.