Mus’ab aşılamayan tepe anlamlarına gelir.
Asr-ı Saadet Mus’ab bin Umeyr gibi dağcılayın sarp ve sağlam bir şahsiyete şahitlik etmiştir. O soylu ve zengin bir ailenin yakışıklı oğluydu. Müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşarken 18 yaşında İslâm’la şereflenmişti. O günden sonra etrafındakiler düşman kesilmişti. Annesi zincire vurmuş, dayısı eziyet etmiş, açlığa mahkûm edilmiş, dışlanmış, itibar suikastına uğramış, yetmemiş bir de hapsedilmişti. Fakat hiçbir şey onu Rabbinden ayıramamıştı. Bir gün Resulullah (asm) ona işaret ederek “Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığıydı. Allah ve Resûlünün sevgisi anne ve babasının sevgisine galebe çaldı.” demişti.
Mus’ab Habeşistan’a hicret eden kafilede yer almıştı. Döndüğünde Mekke iyice bulanmıştı. Mus’ab bulanık şehirde bunalmıştı. Allah Resulü (asm)) İslâm’ı anlatmak için onu Medine’ye göndermişti. O Medine’de kalblere iman tohumu atmıştı. Gün gelmiş tohumlar yeşermiş, ilk mescidi açmıştı. Onunla Medine’de nam-ı celil-i Muhammedi’yi (asm) işitmeyen kalmamıştı. Hicretinden bir yıl sonra 70 müminle Resululah’a koşmuştu. “Ya Resululah” demişti, “Medine’de İslâm’ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı. Bu 70 mümini armağan olarak takdim ediyorum.” O Medine fatihiydi artık. Bu güzellik hürmetine Sevgili (asm) onu Medine’nin ilk öğretmeni, ilk imamı Bedir ve Uhud Günü’nde İslam sancağını taşımakla şereflendirilmişti. Bazı müminlerin gerileyişini görünce cesaretlendirmek için bir taraftan kılıç sallıyor, bir taraftan da, “Şimdi O (asm) ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?” âyetini okuyordu. Kaima’nın hedefinde Sevgili (asm) vardı. O’na (asm) zarar gelirse Mus’ab bu utançla nasıl yaşardı... Nesibe isimli hanım sahabeyle etten duvar örmüşler, kendilerini siper etmişlerdi. Kaima, Mus’ab’ın sancak tutan kolunu kesince sancağı diğerine almıştı. O da kesilince dişine takmıştı. Ağaçlar gibi budanmıştı. Dün açlıktan ağaç kabuğu ve kemik dişleyen dişler bu gün İslâm sancağını sımsıkı tutuyordu.
Nihayet bir mızrak darbesiyle nefesi tükenmişti. Açlık, boykot, hapis, hicret ve hizmetle dolu hayatı şehadetle mühürlenmiş, fakat sancağı yere düşürmemişti. Gençliğin dalgalı denizinde İslam’la tanışmış, o güçle dünya denizini aşmış, sahil-i selâmete ulaşmıştı. Bir ara Efendimiz (asm) birine Mus’ab diye seslenmişti. “Ben Mus’ab değilim. Meleğim!” sesi işitilmişti. Bu sözler üzerine şehit olduğunu anlamıştı. Cesedinin başına varmıştı.
Vücudu kılıç ve mızrak darbeleriyle darmadağındı. Kederlenmişti. Gözyaşları içinde Uhud şehitleri için nazil olan âyeti okumuştu.
O gün sırtında Allah Resulünün hırkası vardı. Şehit düşünce kefen yapılmak istenmişti. Onu Hazret-i peygamberi ile tanıştıran Habbab gözyaşları içinde mübarek yüzüne bakıyordu. “Ya Resullah” demişti, “Mus’ab’ın elbisesi kefen olmaya yetmiyor. Neyleyelim?“ O da (asm) “Ayaklarını (güzel kokulu) ızhar otuyla örtün.” demişti. Mus’ab 18 yaşında çiçek gibi bir delikanlıyken, daha gözüne günah girmeden, dünya kirlerine bulaşmadan İslam’a girmiş, çileli bir yolculuğa çıkmıştı. Bu gün 25 yaşında çiçeklerle Rabbine, cennete uğurlanıyordu.
Vefat ettiğinde yüzü toprağa dönüktü. Tanıyanlar bunun anlamını biliyordu. Evet, canların kendisi için yaratıldığı Sevgiliyi (asm) koruyamadığını düşünüp utançtan yüzü toprağa dönmüştü. Gencecik yaşta hicret etmiş, peygambere yakışırcasına hizmet ettikten sonra dünyadan hicret etmişti. Bir zamanların zengin genci İslam’a girdikten sonra öyle yoksullaşmıştı ki üzerini örtecek kefen bulunamamıştı. Bizse dünyayı sırtımıza yüklemiş giderken bir saman çöpünün derdine düşmüşüz. Mus’ab dünyayı saman çöplerinden yapılmış bir saray bilmiş, bir kibrit parçasının yakıp yıkacağını anlamıştı. Bundan dolayı dünya ateşine dalmamış, dünyaya bağlanmamıştı. Yarı aç, yarı tok; yarı açık, yarı örtülü bir hayatı seçmişti.
Bir gün yamalı hırkayla mescide gelmişti. Efendimiz (asm) onun iman etmeden önceki şatafatlı, görkemli, bakımlı halini düşünüp hüzünlenmiş, gözyaşlarına boğulmuştu. “Mus’ab Mekke’de gezerken panjurlar açılırdı da kadınlar ona bakarlardı. Herkes arkasına düşerdi. Hayatında rahat ve rehavet vardı. Şu haline bakın. Üstünde elbise bile kalmamış. Biriniz sabahleyin ayrı, öğlenden sonra ayrı güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz zaman hâliniz nice olur!?” demişti. “Ey Allâh’ın Rasûlü” demişlerdi, “Tabiî ki daha iyi olur. Çünkü geçim sıkıntımız olmaz, kendimizi tamamen ibadete veririz.” Resulullah; (asm) “Bugün daha hayırlı durumdasınız.” demişti.