Takdim
Nur yolu araştırmalarımızı sürdürürken, Adilcevaz’lı dostlarımdan, aynı zamanda Kör Hüseyin Paşa’nın torunlarından olan Mustafa Süphandağı, telefonla aramış ve “Abi, Ahmet Kara öğretmen senin ortaokuldaki öğretmenindir, onu bir ara Üstad’la alâkalı hatıraları vardır” demişti.
Mustafa Süphandağı dostumun bu güzel haberinin akabinde, Ahmet Kara Hocamızı aramış ve görüşmüştük. Ortaokulun birinci sınıfını okuduğumuz Adilcevaz’da öğretmen olan Ahmet Kara, Nurculuk dâvâsının akabinde, Erzurum’un Şenkaya ilçesine sürgün edilmişti.
Öğretmenlik ve ardından Bakanlık Başmüfettişliğine kadar yükselen Ahmet Hoca, buradaki görevinden emekli olmuş hâlen Tokat’ta yaşamaktadır.
Emekli olduktan sonra Tokat’ta mûkim olan Ahmet hocamız, Nur hizmetleri ile meşgul olmakla birlikte, gazetemizin de dikkatli bir okuyucusudur. Hatıralarını anlatmasını istedik ve cevapları yazarak bize gönderdi.
1. Ahmet Bey kendinizi tanıtır mısınız?
Çarlık Rusya’sının cebren vatanlarından göçe zorladığı milyonlarca Kafkas muhaciri gibi 1860’lı yıllarda Anadolu’yu kendine yurt tutan bir ailenin çocuğu olarak Sivas ilinin Yıldızeli ilçesine bağlı Çırçır Köyü’nde, 1940 yılında, dünyaya gözlerimi açmışım. Kafkasya’nın sarp yalçın dağlarını andıran Yıldız Dağları’nın eteğinde yer alan ve yılın önemli bir kısmını kar altında geçiren köyümüzde coğrafî şartlar ve ulaşım imkânları son derece sınırlı olduğundan hayat şartları da oldukça zorlu imiş. Buna çocukların eğitim imkânlarındaki güçlükler de eklenince ailem radikal bir kararla 1945 yılında tekrar yollara düşmüş. Bu kez yemyeşil tabiatı mutedil iklimiyle Tokat’ı kendilerine yurt edinmişler. Dolayısıyla ilkokul, ortaokul ve lise eğitimimi Tokat’ta ikmal ettim. Bilâhare Konya Eğitim Enstitüsü Fen Bilimi bölümünden 1965 yılında mezun oldum. Öğretmen ve idareci olarak Millî Eğitim Bakanlığı’nın çok farklı kademelerinde görev aldım. Hâlen Tokat’ta ikamet etmekteyiz. Biri erkek ikisi kız olmak üzere üç çocuğum ve sekiz torunum var.
2. Meslek hayatınız boyunca kaç yıl çalıştınız, nerelerde görev yaptınız?
Millî Eğitim Bakanlığı’nın çok farklı kademelerinde tam 38 yıl süren bir meslek hayatım var. Bu sebeple ülkemizin nerede ise tamamını dolaştım diyebilirim. Ancak yürüyüşümüz Bitlis Adilcevaz Ortaokulunda fen bilgisi öğretmenliği ile başladı. Bunu Erzurum Şenkaya Ortaokulu’nda fen bilgisi öğretmenliği, Tokat İmam Hatip Lisesi Fen Bilgisi öğretmenliği ve müdür başyardımcılığı, ardından Rize, Amasya, Merzifon ve Tokat-Turhal İmam Hatip Lisesi Müdürlükleri ve Fen Bilgisi öğretmenlikleri takip etti.
Farklı zamanlarda ve kısa sürelerle iki kez Tokat İl Millî Eğitim Müdürlüğü, 12 Eylül 1980 darbesini takiben tekrar farklı okullarda öğretmenlik. Ve en son Millî Eğitim Bakanlığı Başmüfettişliği görevinde bulundum.
3. Öğretmenlik yıllarınızda Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarını okuduğunuzdan dolayı oldukça zahmetlere maruz kaldığınız ve bu sebeplerden dolayı hapis hayatı yaşadığınız bilinmektedir. Bu hususları şöyle etraflıca anlatır mısınız?
Ülkemizde yaşananlar ve ödenen bedeller dikkate alınınca bizim karşılaştıklarımız devede kulak desek çok olur. Ancak talebe binaen kısaca değinelim.
Konya Eğitim Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra gıyabında yapılan kur’a çekilişi ile tayinim Bitlis’in Adilcevaz Ortaokulu’na yapıldı. Biraz hüzün biraz da hayal kırıklığıyla Fen Bilgisi öğretmeni olarak tek başıma görev yerim olan Adilcevaz‘a giderek, 31 Mart 1965 tarihinde, göreve başladım. Van Gölü kenarında yeşillikler içerisinde şirin bir yer, ama hiç gelişmemiş küçücük bir ilçe. Elektrik bile yok diyeyim küçüklüğünü siz anlayın!
Göreve henüz yeni başladığım günlerde yapacak çok bir şey olmayınca, ailenin geri kalanı da memlekette olunca; arkadaşların takıldığı kahveye bir uğrayayım dedim. Masaya oturmuş adeta kendilerinden geçmiş bir şekilde kâğıt oynuyorlardı. Beni görünce:
“O hocam buyur otur beraber oynayalım” dediler. Ben de “oyunu bilmiyorum” dedim. Bunun üstüne “Oho, biz kimlere öğretmedik ki sana da öğretiriz” dediler. Nedense bu söz bir bıçak oldu yüreğime saplandı. İçimi huzursuzluk kapladı. Gerçekten öğretebilecekler miydi? Veya ben öğrenecek ya da öğrenmeyi talep edecek miydim? Allah’a şükür yanıldılar… Bugüne kadar insanların vaktini israf eden kahve oyunlarına merakım olmadı, kimse de öğretemedi. Bu hikâyeciği içinde bulunduğum durumu tasvir babından anlatmak istedim.
Zaman her şeyin ilâcı imiş… Günler geçtikçe eğitim öğretim faaliyetleri ile öğrencilerin getirdiği tatlı telâş, okula ve öğretmenlere alışmam işimi kolaylaştırdı. Öğrencilerimizde ve ailelerinde müşahede ettiğim ve şarklılığın verdiği edep, haya ve saygı bu dönemi atlatmama büyük katkı sağladı. Artık yeni bir hayata adım atmış, talebelik bitmiş bir devlet memuru olarak öğretmenlik yıllarım başlamıştı. Ayrıca hanımımın memleketine gelmiştim!
Eşim hanımefendi Hamidiye Paşalarından Kör Hüseyin Paşa’nın, anne tarafından torunudurlar. Malûm Hüseyin Paşa’nın köyü Köçeri (Erik bağı) bölgeye oldukça yakındı. Sırası gelmişken konuyla münasebeti dolayısıyla hanımımın ailesinden bahsetmek vacip oldu.
Hüseyin Paşa, Arvas şeyhlerinden Şeyh Fehim Arvasi Hazretleri’nin dört kızından birisi olan “Mahiye Hanımla” evlenmiş. Paşa’nın bu hanımından bir oğlu (Haydar Süphandağı) ve bir de kızı (Hamide Süphandağı) dünyaya gelmiş. İşte Hamide Süphandağı Hanımefendi benim hanımımın annesi, yani benim kayınvalidemdir. Kendileri Salihat-ı Nisvandan son derece mübarek, dindar ve takva sahibi bir hanım idiler. Aile Şeyh Sait isyanından sonra bölgede sürgüne uğratılan binler içerisinde yer almış ve Konya’ya sürülmüşler.
Kayınvalidemin bana anlattığına göre; Paşa’nın ikinci hanımı (Mahiye Hanım), Kayınvalidem (Hamide Süphandağı) ve kardeşi Haydar Süphandağı, Van Müftüsü Şeyh Masum Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri aynı sürgün kafilesinde yer almışlar. Yine kendilerinden dinlediğim kadarıyla; gemiye bindirildiklerinde Şeyh Masum Hazretleri ile Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yan yana oturtulmuşlar. Yolculuk esnasında Mahiye Hanım henüz 7-8 yaşlarında olan kayınvalideme iki çift yün çorap vermiş. Sonra da; “Bunun birisini dayına ver, birisini de Bediüzzaman Hazretleri’ne ver. Bize duâ etmelerini söyle” demiş. Kayınvalidem de çorapların bir çiftini dayısı Şeyh Masum Hazretlerine, diğer çiftini de Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne verip Paşanın hanımı Mahiye Hanımın talebini kendilerine iletmiş. Bunun üzerine Bediüzzaman Hazretleri de Kürtçe olarak; “Çorap için mi duâ edeceğiz?” dedikten sonra tebessüm ederek kayınvalidemin başını okşamış.
Bu tarihi hatırayı anlattıktan sonra tekrar dönelim bizim anılarımıza. Yalnızlığım hanımın oğlumuzla birlikte Adilcevaz‘a gelmesiyle nihayete erdi. Âcilen başımızı sokacak bir ev kiralayınca ferdî münferit otel hayatım da sona ermiş oldu. Çok şükür namazlarımı da kıldığımdan öğrenciler bana diğer hocalardan daha fazla ilgi gösteriyorlardı. Okulda din dersi öğretmeni de olmayınca öğrenciler teneffüslerde veya sınıfta dersler dışında bana bazı dinî sorular da yöneltiyorlardı. Ben de bilgimin yettiği kadar sorulara cevap vermeye çalışıyordum.
Kör Hüseyin Paşa’nın torunlarından ve akrabalardan Muzaffer Süphandağı ile Erikbağı Köyü’nde görüştüğümüzde “Beşinci Şuâ”yı okuyarak bir ders yaptı. Okunanlar beni derinden etkiledi. Beşinci Şuâ ve dedemin anlattıkları arasında kısmî de olsa paralellik olması okunanların üzerimdeki etkisini daha da arttırdı galiba. Muzaffer Süphandağı’nın giderken elime tutuşturduğu Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ‘Tarihçe-i Hayatı’nı heyecan içerisinde ve çok kısa zamanda okudum. Üstadın bilhassa cesaretine ve harplerdeki kahramanlıklarına hayran kaldım. Bende hayranlık uyandıran hayatı Üstada sevgimi de kamçıladı. Başka eserlerinin de olduğunu öğrenince hemen diğer eserlerini de edinmek için Erciş’e gittim ve şimdi hâlâ aklımdadır 125 lira hediyeyle ve taksitle Külliyatın tamamını aldım. Okudukça kitaplar sanki bana hitaben kaleme alınmıştı. Okuduklarım adeta beni cezb ediyor, hem aklıma hem de duygularıma hitap ediyorlardı.
Günler günleri kovalayıp dururken, aniden Van’da Risale-i Nur hizmetlerini yürüten yöre insanı tarafından da tanınan Rahmi Erdem Bey beni ziyarete geliverdi bir gün. Gelir gelmez de, “Hocam tanıdıklarını dâvet et sizin evde toplanıp sohbet edelim” dedi. Ben de aralarında Müftü Hüseyin Bayraktar’ın da olduğu tanıdıklarımdan oluşan yaklaşık on-on beş kişiyi akşam çay içmek üzere eve dâvet ettim. Esnaf, memur, öğretmen vs. her kesimden insanlardan oluşan topluluk için doyurucu bir ders yapıldı o gece. Evim de ilk kez o gece derslerle tanışmış ve bambaşka bir havayla dolmuştu. Ancak şahsen kendisinden duymamış olsam da Rahmi Erdem Van’a dönünce, “Adilcevaz’a bir bomba koydum yakında patlar” demiş. Hakikaten küçücük bir ilçe olunca, bizim evdeki sohbet toplantısı ilçede gündeme bomba gibi düşmüş, olay olmuş. Her yanda evimizde o gece “Nurculuk yapıldığı” şayiası almış başını gitmiş. Bunun üstüne bir de okulda hanımı Hâkim olan bir hoca hanım eşine, “Okulda bir öğretmen var öğretmen odasına girmiyor elimizi sıkmıyor yobazın biri” diye şikâyette de bulununca Hâkim Bey, “Ben ona gösteririm!” demez mi? İlçede genel olarak Risale-i Nur ve Nurculuk aleyhinde bir ortam oluşturulmaya çalışıldığı haberleri daha önceden de kulağıma çalınıyordu aslında.
Evdeki sohbetten sonra burada adını anmayacağım başta okul müdürü ve okul kâtibi bana son derece mesafeli davranmaya başlamıştı. Öğretmen arkadaşlar da bana karşı soğuk davranmaya başlayınca ben de öğretmenler odasına fazla girmemeye başladım. Bunu kendilerine karşı bir tepki olarak algıladıklarından okuldaki personelin rahatsızlığı da artmış. Bir gün okul müdürü beni odasına çağırıp, “Ahmet Bey sizin okulda Nurculuk aleyhinde bir konferans vererek öğrencileri bilgilendirmek istiyorum” dedi. Bunun üzerine kendisine, “Benim branşım fen bilgisi, edebiyat mezunu bir arkadaş konferansı versin hem de bu mevzuda yeteri kadar da bilgim yok. Ben bilmediğim bir konuda nasıl konferans verebilirim?” dedim ve odadan ayrıldım. Birkaç gün sonra tekrar çağırdı ve “Sana Nurculuk konusunda yardımcı olacak kaynak kitaplar var bunlardan da istifade edebilirsin” dedikten sonra. Neda Armaner ve Çetin Özek’in Nurculuk aleyhinde yazdıkları kitaplardan faydalanabileceğimi belirtti. Bu kitaplarda gerekli bilgilerin olduğunu da ifade etti. Ancak ben tekraren, “Bu işi yapamayacağımı” söyleyerek yanından ayrıldım.
Müdür konferans konusunda oldukça ısrarlıydı. Üstelik müdür olması hasebiyle, bir ricadan ziyade emir verircesine bir tavırla ve beni zorlayarak bu işi yapacaksın diyordu. Adlarını anmayacağım bazı insanlar ise aleyhimde bir kamuoyu oluşturma çabası içindeydiler. Evim basılabilirdi! Ellerine bir koz vermemek gerekiyordu… Evdeki Risale-i Nur Külliyatını paketleyip bir koli haline getirdim. Paketi öğrencimiz ve müftü beyin oğlu Yusuf’a verdim. Koliyi evlerine götürüp muhafaza etmesini söyledim. Sabah okula giderken de hanıma, “Evi aramaya gelebilirler. Sen tekrar sağa sola bir bakın” dedim ve evden çıktım. Hanım evi araştırırken “Tiryak” isimli Risaleyi bulmuş ve çocuğun Beşikteki yastığının altına koymuş.
Okulda müdür, “Sana verdiğim kitapları ne yaptın?” diye sorunca. Ben de, “Ne kitabı?” “Ben bilmiyorum. Kitapları ben almadım” şeklinde cevapladım. Aldın almadın münakaşası ipleri iyice koparttı. Etraftan evimin aranacağına dair lâflar kulağıma geliyordu, ancak doğrusu fazla ihtimal de vermiyordum. Üstelik kitapları evden uzaklaştırdığım için biraz rahatlamıştım. Bir Cumartesi, ilçe jandarma komutanı okula çıka geldi ve “Hocam evinizi arayacağız” deyince, ben de, “Buyurun gidelim dedim” ve eve gittik. Eve gelince “Ev halidir ben önce içeri gireyim bekleyin” dedim. İçeri girdim eşime, “Jandarmalar geldi evi arayacaklar heyecanlanma sakın, sakin ol” dedim. Gözden kaçan Tiryak Risalesi’ni ise sobanın içine sakladım. Evin etrafı tam teçhizatlı jandarmalar tarafından çembere alınmıştı ve ev didik didik arandı. Tam anlamıyla evin altını üstüne getirdiler, bakmadıkları yer kalmadı. Soba deliklerine varana kadar her yeri aradılar. Bir tek sobanın içine bakmadılar!
Bir şey bulamasalar da istikamet adliye ve savcılıkta ifade vermeye… Adliyede; Savcının odasının kapısında bekliyordum. Kapı açıldı. Odada okulumuzun Türkçe öğretmeni oturmuş vaziyette ifade veriyordu. İfadesi bitmiş olacak ki beni içeri aldılar. Ben de odaya girdim ve sandalyeye oturuverdim. Ancak Savcı emirane ve sert bir şekilde: “Sandalyeden kalk hocam. İfade vereceksin” deyince ben de kalktım. Bana odada bulunan ağzı bağlanmış bir çuvalı göstererek, “İçindeki kitaplar yurtdışında bastırılıp buraya gönderiliyor. Bunlar zararlı kitaplar” deyince, ben de; bunun doğru olmadığını isterlerse kitapları çıkarıp bakabileceğimizi, matbaaların Türkiye’de olduğunun görüleceğini belirttim. Ancak çok ısrar etmeme rağmen çuvaldan kitapları çıkarmadı. Zira çıkarsa yalan söylediği ve benim haklı olduğum açığa çıkacaktı. —Devamı var—