Tarihimizde, geleneğimizde, inancımızda yaşlıların ayrı bir yeri vardır. Hayat ile ölümün kesiştiği noktada onlar vardır. Bu dünyanın yaşlı, tecrübeli, muhabbete muhtaç, hürmete layık, kıdemli misafirleri olduğundan ölümü onlara kondururlar. “Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra ölürmüş!” sözü herkesin dilinde dolaşır.
Kur’ân kesin ifadeyle “Onlara sakın ‘öf’ bile deme” emri ile yaşlılara nasıl davranılması gerektiğini insanlara ders veriyor. Onların çabuk etkilenen ruhlarını incitmeden, gönüllerini hoş tutarak, saygıda kusur etmeden hizmet etmenin fazilete, sevaba ve berekete vesile olduğu sahih kaynaklarda anlatılır. “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.” Evlerdeki yaşlıların rahmete, berekete vasıta ve musibetlerin def’ine vesile olduğu hadislerle izah edilir. Bayram günlerinin yaşlı insan için ayrı hususiyeti vardır. Bayram gelenekleriyle, kültürüyle yoğrulmuş, dinimizin vecibeleriyle ve yardımlaşma esaslarıyla hayata yön vermiş insanımızın inanç dünyasında bayramlaşma adetleri önemli bir yer tutar. Bu yüzden yöneticiyken dini bayramların birinci günü huzurevinde yaşlılarla bayramlaşır, onlarla vakit geçirirdik. İnsanları yalnızlık ve unutulmuş duygusundan uzak tutmak, sohbet, muhabbetle hoşça vakit geçirmek, değer vermek ihtiyaçlarının karşılanması, ikramların sunulması ve ziyaretçileriyle görüşmelerini sağlamak…
Hiç unutmam… Sabahın erken saatlerinde en yeni elbiselerini giymiş, yolculuğa hazırlanmış Ahmet Amcayı bir elinde baston, öteki elinde valizle bahçede görmüştüm. Selamlaştık, bayramlaştıktan sonra “Oğlan gelecek, gideceğiz.” demişti. Başka yaşlılarla görüşmek ve bayramlaşmak için oradan ayrılmıştım. Nice zaman sonra Ahmet Amcayı olduğu yerde hiç kıpırdamadan yola bakarak ayakta beklerken gördüm. Ara sıra yeleğinin cebinden köstekli cep saatine çıkarıp bakıyor, başını sağa sola sallıyor, tekrar yerine koyuyordu… Bıkmadan, usanmadan, bitmeyen umutla saatlerce beklemişti…
Sonra ikna ederek valiziyle birlikte bizim odaya almıştık. “İhmalkâr evlat, şu vakte kadar bekletti, gelmedi!..” diye içini çekmişti. Bayramda görüşürüz, demiş. Ancak ne bir haber ne de gelen vardı. Bir mâni çıkmıştır. Yoksa gelirdi. Bunda da bir hayır vardır… Benzer sözlerle konuştuk, sakinleşti, rahatladı. Salondaki yaşlılara bayram ikramı çay ısmarladı. Odasına çıkarken “Arkadaşlarla vedalaşmıştım, valizle dönmeyeyim, burada dursun.” demişti. Sonra oğluyla tanışmıştık. Babasının bayramda çok beklediğini hatırlatmıştım. Üzüldü ve kendi açısından olayı farklı bir boyuttan anlatmıştı. “Başka bir şehirde yaşıyoruz. Eşim de ben de çalışıyoruz. Babam bizimle kalmak istemedi. Yaşlı ve rahatsızlıkları var. İlâç tedavileri devam etmesi gerekiyor. Köydeki evinde yalnız başına kalması çok zor. Bu yüzden huzurevini tercih ettik. Çevrede herkes oğlu, babasını huzurevine terk etti, demişler. Bayramda gelirsek görüşürüz, demiştim. Eşim ve çocuklar tatile gitmeyi çok istemişlerdi. Önceden rezervasyon yaptırmıştık. Babam, bizle tatile gitmez. Götürüp köye bıraksam; yaşlı, bakıma muhtaç adamı köyde tek başına bırakıp tatile gitti! diyecekler...
En iyisi dönüşte uğrar görüşürüz, dedik. Şimdi bize çok tavır yapıyor, küsüyor. Siz yardımcı olur musunuz?” Sabırla çözüleceğini biliyordum. Eşiyle kendisi bizim odada iken torunlarını Ahmet Amca’nın yanına gönderdik. Yaşlı adam bahçede bankta çocukların birini sağına, birini soluna almış, elleri omuzlarında sohbete başladılar. Yarım saat sonra akan sular, duruldu, gönül kapıları açılmıştı…
Kim ne derse desin. İhmallerin getirdiği gönül kırgınlıklarını, mazeretlerin telafisi ve tamiri çok zor. Her gün anlattığı köyünden uzakta ilk defa bayram geçiren bir yaşlının hayalleri, ümitleri, arzuları, özlemleri ve içinde depreşen memleket sevgisi… İdrakimize sığmayacak kadar geniş, havsalamızın almayacağı kadar imkânsız bir ütopyadır. Belki vicdanımızın mihenginde hissedebiliriz.