"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Resmî ideolojinin ulus devlet kurma çabası ayrışmayı körükledi

Dr. Ömer ERGÜN
05 Kasım 2025, Çarşamba 02:42
Üniter devlet oluşturma gayretinde olan resmî ideoloji, Türk-Kürt ayrımının keskinleşmesi için bilerek ve isteyerek fâhiş hatalar yaptı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış tahrikler ve karşı devrim endişesine karşı oluşan korunma refleksi, Türk-Kürt ilişkisinin bozulmasında belirleyici etken olmuştur.

ARAŞTIRMA-İNCELEME: TERÖRE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI - İÇ VE DIŞ UNSURLARIN ZORLAMASI - 3
Dr. Ömer Ergün - Dicle Üniversitesi

TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU İLE KARDEŞLİK YARA ALDI

Türkiye Cumhuriyeti 23 Nisan 1923 yılında kuruldu. Devletin kurulduğu tarihten itibaren, bu topraklarda doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine özellikle de güneydoğusunda Kürtler vardı ve yaşamaktaydı. Yeni kurulan Cumhuriyet, uluslararası konjonktürün de zorlamasıyla, özellikle Fransız devriminden etkilenerek, her ırkın devletinin olması gerektiği anlayışıyla, baskın bir dominant ırkın bulunduğu, bunun dışında kalan ve ülke topraklarında yaşayan diğer sayı olarak az olan etnik grupların, azınlık olarak ifade edildiği, ulus devlet anlayışıyla kurulmuştur. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Anadolu’da Türkler çoğunlukta, yoğun olarak doğu bölgelerinde yaşayan Kürtler ise azınlıkta idi. Ancak buna rağmen, Kürtler azınlık olarak kabul edilmemiş, belki daha kötüsü gerçekleşmiş, varlıkları inkâr edilmiştir. Bu anlamda, ulus devlet anlayışının bir sonucu olarak, Kürtler üzerinde uygulanan dinî ve etnik baskılar sonucu olarak, 1924-1938 yılları arasında Kürt bölgelerindeki aşiretler tarafından 20 büyük ayaklanma vuku bulmuştur. Bu dönemde homojen bir ulus oluşturma gayretinde olan resmî ideoloji, Türk-Kürt ayrımının keskinleşmesi için bilerek ve isteyerek fâhiş hatalar yaptığı görülmektedir.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış tahrikler ve karşı devrim endişesine karşı oluşan korunma refleksi, Türk-Kürt ilişkisinin bozulmasında belirleyici etken olmuştur. 3 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile Diyarbakır ve Ankara’da kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin yargılayıp mahkûm ettiği insanlar, bölgede tanınmış olan ve “irticaî faaliyette bulunmak”la suçlanan çok sayıdaki aşiret lideri idi ve bu davalar yüzlerce insanın idamı ile sonuçlanmıştır.

ANADİL YASAĞI TEK PARTİ DEVRİNİN ÜRÜNÜ

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra devletin idaresine hâkim olan ulus-devlet anlayışı, Kürtlerle ilgili tüm tarihî ve sosyolojik araştırmaları önlemiş; ölü dillerin öğretilmesi için filoloji bölümleri açtıran bu zihniyet, yaşayan bir dil olan ve binlerce insan tarafından konuşulan Kürtçenin ve lehçelerinin öğretilmesini yasaklamıştır.

Bu anlayış, çok partili dönemde de devam etmiş ve 1980’lerin başına kadar “Kürdüm” demek yasaklanmış, Kürtçe diye bir dilin varlığı inkâr edilmiş, yokluğa mahkûm edilmiştir. Kürtçe Türkçenin bir lehçesi sayılmıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile onun mirası üzerine kurulmuş bir devlettir. Osmanlı İmparatorluğu, saltanatla yönetilen ve halifeliği temsil eden bir devlet yapısına sahipti. Dünya üzerindeki Müslümanların bağlı olduğu ve onları temsil eden halifelik Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlılara geçmişti. Bu özelliklere sahip bir imparatorluğun mirasçısı olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, Fransız ihtilalinden sonra, sâri bir hastalık gibi bütün dünyaya yayılan, her ırkın bağımsızlığını savunan, devlet anlayışı olarak ulus devlet yapılanmasını kabul eden bir anlayışın etkisiyle dizayn edilmiştir. 

Genel olarak ulus devlet, “ulusunu oluşturmuş devlet” şeklinde ifade edilmektedir. Ulus devlet, vatandaşlıkla etnik yapının veya kültürün örtüştüğü devlet biçimidir. Burada ulus ya etnik bakımdan aynı etnik gruptan oluşacaktır veya toplum asimilasyon (kültürel eritme) yoluyla türdeş kılınacaktır. Yani ulus ya sadece aynı etnisiteden gelen insanlardan oluşacak ya da baskın dominant etnisite esas alınarak, azınlık durumundaki diğer etnisiteler asimile edilecektir. Bunu katı biçimde uygulayanlar, Türkiye’de Türkleşmeyi kabul etmeyen Kürtlerin mübadele yoluyla Irak’taki Türklerle değiştirilmesi gerektiğini de ifade etmişlerdir.

Ulus devlet niteliği itibariyle etnik temelde tekil ve totaliter olmak zorundadır. Merkezî, üniter bir yapı içinde, dominant kimlik dışında kalan tüm kimlikleri dışlamak ve onları tanımamak, hâkim etnik grup içinde onları asimile etmek ulus devletin olmazsa olmazıdır. Bu durumun doğal sonucu olarak, dışlanan etnik ve dinî gruplar da bir süre sonra, “benlik” ve “kimlik” mücadelesi vermektedir.

ULUS DEVLET ZİHNİYETİ DEVAM EDİYOR 

Ulus devlet her şeyi kendisinin “yarattığını” söylemekle âdeta Allah’a mahsus sıfatlar ile kendisini yüceltmektedir. Çünkü devlet toplumun kültürünü, dinini, ahlâkını, dilini, âdetlerini, yaşama biçimini, belirlemekte ve toplumu biçimlendirmektedir. Yani vatandaş bir devletin varlığı ile kendi varlığını bulabilmektedir. Nitekim kendimizi tanımlarken, bir devlete ait vatandaş olarak kendimizi ifade ediyoruz, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşı. Burada insan devlet için vardır mantığı işlemektedir. Ulus-devlet yapılanmasında devlet herkesin kendisi için çarpışıp ölmesini istemekte ve kendi varlığını kutsamaktadır.

Bütün aşınmalara rağmen halen ulus-devlet merkezli, yani milliyetçiliğin özünü oluşturduğu bir uluslararası sistemde yaşıyoruz. Irkçılık, ulus devletler için vazgeçilmez bir araçtır. Özellikle azınlıktaki etnik grubu her zaman için yutmakla vazifelidir, bu mücadele ile ayakta durmaktadır. Hatta ulus devletler ırkçılığın ateşi ve rüzgârı ile kendi ırk ateşlerinin kor ateş haline gelmesini sağlamaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, kuruluş aşamasında, Fransız devlet yapılanmasından da etkilenerek, ulus devlet anlayışı ile mayalanarak inşa edilmiştir. Ulus devlet yapılanması ile Türk ırkı yüceltilerek Kürtler ötekileştirilmiş, yok sayılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarının önemli ve kudretli Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle der: “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” İşte Cumhuriyetin ilk dönemlerinde başlayıp, çok partili dönemde de devlet bürokrasisi eliyle 2000’li yıllara kadar bu anlayış hâkim olmuştur. Özellikle darbe dönemlerinde bu anlayış zirve yapmıştır.

Bütün bunlara rağmen, 1980’li yıllara kadar Türk-Kürt ayrışması, ciddi anlamda devlet bürokrasisi tarafından yürütülmekle birlikte, yine ciddi anlamda iman hizmeti yürüten cemaatlerin, tarikatlerin, 1960’lara kadar özellikle Bediüzzaman’ın gayretlerinin de etkisi ile açılmış olan yaranın pansumanları yapıldığı için toplum bunu pek hissetmemiştir. 

1980’li yıllardan sonra PKK hareketinin tohumlarının yeşermeye başladığı, 12 Eylül 1980 ihtilâliyle bilhassa Diyarbakır E-tipi Cezaevinde Kürt vatandaşlara uygulanan insanlık dışı uygulamaların bir sonucu ve tepkisi olarak, Kürt hareketinin nüveleri bu atmosferde filiz vermeye başlamıştır. Nitekim bu hareket daha sonra Diyarbakır-Lice-Fis ovasında ete kemiğe bürünerek, 45 yıldır Türkiye’nin başını ağrıtan ayrılıkçı ve etnisiteye dayalı heyula bir örgüte dönüşmüştür.

Bediüzzaman hürriyetçi sistemlerden yanadır

Bediüzzaman totaliter, baskıcı, güce ve zorbalığa dayalı devlet rejimlerini hiçbir zaman kabul etmemiş ve karşı çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş ve meşrutiyetin İslam’ın özüne uygun olduğuna dört mezhepten deliller getirmiştir. Meşrutiyet rejimine geçişten dolayı İslâm’ın zaafa uğrayacağını düşünen doğudaki bugünkü Kürtlerin dedelerine, bütün Güneydoğu’yu dolaşarak hürriyet ve Meşrutiyet dersleri vermiştir. Buradaki halkla aralarında geçen soru-cevap konuşmalarını da Münazarat isimli eserinde neşretmiştir. 

Bu eserinde otoriter ve totaliter rejimlerin, istibdadın, zorba yönetimlerin, bütün kötülüklerin kaynağı olduğunu, insanlık kavramını dejenere ettiğini, adalete, eşitliğe değil, güce, otoriteye dayandığını, tek görüş ve düşünceyi ifade ettiğini, yönetenin keyfine göre bir yönetim anlayışına yol açtığını, denetim ve hesap verme olmadığından, kötüye kullanmaya uygun bir zemin hazırladığını, zulmün temelini oluşturduğunu ve bütün bu hallerin başta İslâmiyet’i dejenere ettiğini, zehirlediğini ifade etmektedir. 

Meşrutiyet ve hürriyetin (günümüzde buna denetlenebilir, katılımcı şeffaf yönetimler, demokratik cumhuriyet de denebilir) ise bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağını oluşturduğunu, hâkimiyeti vatandaşlara verdiği için, milletin iradesinin temsilcileri vasıtasıyla Mecliste yansıdığını, millî irade ile devletin yönetildiği, güce değil, hakka dayandığını ve adaleti netice verdiğini, bütün etnik unsurların, huzuru ve mutluluğu için lazım olduğunu, insandaki insanî duyguları uyandırdığını, İslâmiyet’in geleceğinin önündeki engelleri kaldıracağını, Asya kıtasının kurtuluşunun vesilesi olacağını ifade etmiştir. 

Bunları 1908-1909’da söylemiş, yazmış ve halka izah etme konusunda kendisini vazifeli bilmiştir. Ulus devlet anlayışını, zulmü, baskıyı ve otoriter bir devlet idaresini doğurduğundan dolayı reddetmiş, hürriyeti “imanın bir hassası” sayarak, hürriyetçi sistemlere vurgu yapmıştır.

İSTİBDADA HER DÖNEMDE KARŞI ÇIKMIŞTIR

Bediuzzaman Cumhuriyet döneminde de, meşrutiyet-istibdat karşılaştırmasında “zorba, otoriter” olarak nitelediği istibdat yönetimine ilişkin söylediklerini, isim ve resimden ibaret olan Cumhuriyet döneminde tek parti rejimi için de, bütün baskılara rağmen ifade etmekten çekinmemiştir. Nitekim Cumhuriyetin, istibdat-ı mutlak [mutlak anlamda zulüm, baskı] şeklinde uygulandığını, laikliğin irtidad-ı mutlak [dinsizlik] şeklinde uygulandığını, medeniyetin sefahat-ı mutlak [nefsî arzuların hâkimiyeti] olarak algılandığını ve kanunların ise cebr-i keyfi-i küfriye [keyfî olarak küfre zorlama, kanun ve adalete aykırı küfrî bir baskı yapmak] olarak uygulandığını ifade etmiştir. Ve hürriyet olmadıktan sonra Cumhuriyetin isimden ibaret olacağını vurgulamıştır. 

Bediuzzaman, Ulus devlet anlayışının, görünürdeki uygulamaları olan, ezanın Türkçe okunmasına, ibadetlerin Türkçe yapılmasının istenmesine, Arap alfabesinin yasaklanmasına, Ayasofya’nın ibadete kapatılmasına, iman ve İslâm’ı anlatan dinî eserlerin, meselâ Risale-i Nur eserlerinin yasaklamasına şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun yanında Dersim isyanındaki zulümleri ve haksızlıkları çekinmeden eleştirmiş, Şeyh Said isyanını desteklememekle birlikte isyan bastırılırken binlerce masum ve suçsuz insanların da haklarının ihlâl edildiğini belirterek, bunların zulüm olduğunu belirtmiştir.

Devam edecek

Okunma Sayısı: 179
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı