"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Asıl özürlülerimiz...

Orhan Ali YILMAZ
05 Aralık 2016, Pazartesi
3 Aralık, “Dünya Özürlüler Günü.” Daha nâzik ve ince bir ifâdeyle söylersek, “Dünya Engelliler Günü.” İstatistiklere göre, Türkiye’de “sekiz buçuk milyon” özürlü insanımız var.

Yani her sekiz kişiden biri engelli. Bu, “her âilede” bir özürlü veya engelli insanımız olduğu anlamına geliyor aynı zamanda... 

Bunların % 20’si hiçbir iş yapmıyor veya yapamıyor…

% 40’ı herhangi bir sosyal güvenceden “tamamen mahrum” yaşıyor. İşyerleri ve şirketlerin pek çoğu, ilgili kanun olmasına rağmen “özürlü veya engelli işçi veya personel çalıştırma şartı”na uymuyor, buna kamu, yani devlet kuruluşları da dâhil. (52 bin yerinde 9 bin kişi sadece) İşte size, bir Türkiye manzarası. 

*** 

Bu engelliler, mâlûm; etrafımızda ya da yakınımızda her zaman gördüğümüz, görebildiğimiz insanlar… Kimisi görme veya işitme engelli, ya da felçli olup tekerlekli sandalyeye bağlı olanlar, yahut zekâ özürlü insanlar… Yani bu insanların pek çoğu bir başkasının yardımına muhtaç olup, hayatını ancak onunla devam ettirebilen kimseler. 

*** 

Hastalık, sakatlık, özürlülük, engelli olmak “kaçınılmaz birer gerçeklik” hayatımızda. Sâhib-i kâinât “çok mühim hikmetler için” bu özürleri, bu engelleri veriyor insana. “Her şey zıddıyla bilinirmiş.” Sağlığın kıymeti ancak hastalık gelince anlaşılırmış… Âfiyetin değeri ise ağzın tadı kaçınca, boğaz acımaya, mide yanmaya ya da ağrımaya başlayınca fark edilirmiş… 

*** 

İnsanı bir fedakârlığa râzı etmenin en ilk şartı nedir sizce? İnsan neden böyle bir fedakârlığın ağırlığı altına girer? Bir de bu en büyüğünden ise… Üstad Hazretleri, Risâle-i Nur’da bununla ilgili şu güzel değerlendirmeyi yapıyordu: 

“Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut gösterir. 

“Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddî sadâkate ve samîmî ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli eder.

“Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük âile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

“Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muâşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.” (Şuâlar, 202-205) 

Yani, “Herşey ölümle yok olup son bulacaksa, ben ne diye o büyük fedakârlıkların altına girip kendi hayatımın tadını kaçırayım?.. Eğer yaptıklarımın öbür âlemde bir karşılığı, bir mükâfâtı olmayacaksa, Âhiret denen, katlanmış olduğum o büyük fedakârlıkların ve sıkıntıların karşılığı olacak bir sonsuzluk âlemi, bir ebedî istirahatgâh olmayacaksa dünyanın ve de içindekilerinin anlamı nedir?” diye düşünür o insan. Yani problemin kaynağında, asıl, “İman özürlülerimiz” ve “Âhiret İnancı Engellilerimiz” olduğunu düşünüyorum ben… 

Fedakârlığın derecesini ancak mükâfatın derecesi belirliyor. Mükâfat yükseldikçe fedakârlık da o nispette yükselmeye başlıyor. Yani her şey gibi fedakârlık da îmanla bağlantılı. Âhirete îmânın derecesince fedakârlığın derecesi de yükselmeye başlıyor insanda…

Okunma Sayısı: 31853
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı