Üslûp; sanatçının özel yapış yolu, yazarın duyuş, düşünüş ayrılığı; cümlelerin uzunluğu, kısalığı; kelimeleri seçişi, yazısının âhengindeki ayrılıklardır diye tarif edilmekte…
Ayrıca, şu üslûp için; ifade tarzı, usûl, yol da denilmekte…
Eskiler, “Tarz-ı beyan, aynıyle insan” ya da “İfade-i beyan, âyine-i insan” demişler…
Bir filozof da, “Güneş altında, söylenmedik söz yoktur; fark, yalnız şu üslûb-ü beyan iledir…” demekte.
Bir yazarımız da, “Kimsenin üslûbu, bir başkasınınkine benzemez. Bir bakıma, ‘parmak izi’ gibi bir şeydir üslûp…” derken, bu farka işaret etmekte…
Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî ise, Muhâkemât’ının İkinci Makalesi olan şu Unsuru’l-Belagat’ında şu üslûpla ilgili olarak, “Üslûptan muradım; kelâmın kalıbıdır ve sûretidir. Başkalar, başka diyorlar…” demekte.
Üslûp çeşitliliği bağlamında ise; şu yapmacıksız, süssüz, “günlük konuşma dili”nin temel alındığı, daha çok şu “öğretici yazılar”da kullanılan şu Sâde Üslûp,
Mecâz ve de şu söz sanatlarına, şu “anlam oyunlarına” önem veren Süslü (müzeyyen) Üslûp,
Bir de, şu düşünce, hem de duyguların yüceliğine, anlamın şu sağlamlık, hem de doğruluğuna, kelimelerin şu seçkinliğine, şu “mümtaz” oluşuna önem veren Yüksek (âli) Üslûp muvâcehesinde derecelendirilmekte…
Üstâdımız, Sünûhât’ının başındaki şu İfade-i Meram’ında, “Elfâzca zengin değilim, israfı da sevmem, teşrîfatçı elfâzı beğenmem, îcâzımdan darılma. ‘Her şeyin en iyisini al’(Hüz min külli şey’in ehseneh)kaidesiyle, sana hoş gelen şeyleri al; sana hoş görünmeyeni bana bırak, ilişme!...” der.
Hem de Münâzarât’ının başındaki şu İfâde-i Merâm’ında, “Ben, Kürtçe düşünürüm; Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor; veya lisânın diline âşinâ değildir… Hem, Türkçenin sarf nahvini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor… Hatta, ‘evet, işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu’ tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor… Başkasının tashihine de, ‘katiyen’ râzı olamıyorum… Zira, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor; sözlerimden ‘tevahhuş’ eder…” demekte.
Bir zamanlar, bu minvalde şu “üslûp” noktasında, şu “manzum” tarzda ben de şöyle demiştim…
Olamaz ki mikyas, mum ışığı, gündüzün güneşinde
Sığmaz ki o koca bulut, bir desti ya da bir yağmur tanesinde
“Şems”in ölçüsü “güneş”tedir
Başka ölçülere sığmaz ki, gidenleri çok olsa, gidilse de peşinde…
Güneşi “şems”ten sormak lâzım; odur ona mikyas, ölçü ve de mîzan
Ondan hâriç, ne varsa muhîttir, kuşatır; kalır hepsi zıllınde, gölgesinde…
“Güneş” kendine “gölge” yapmaz; “vazgeçilmez” tutkusu…
“Gölgesizlik” peşinde...