Dehşetli bir zaman dilimindeyiz.
Şuurlu ve basiretli davranmaya, ehl-i tahkik olmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Müslümanları birbirine bağlayan binlerce ‘bir’lik rabıtaları varken; siyasetin, cehaletin onları tefrikaya atması ağlanacak bir durum.
Allah insanı, kâinatı muhabbet üzere yaratmış. İmtihan gereği zıtları iç içe karıştırıp, tercihte insanları serbest bırakmış.
İnsanlar cehalet ile hak ve hukuku unutup zulme başladıklarında, mutsuz olduklarında Allah şefkat ve merhametinden dolayı onları başıboş bırakmayıp, mutluluk formüllerini bildirmiş. Hem maddî, hem manevî sahada onlara rehberlik edecek peygamberler ve alimler göndermiş.
DİN İNSAN İÇİNDİR, İNSAN DİN İÇİN DEĞİL!
Diğer dinler gibi İslâmiyet de; insanları hakka, hukuka, adalete, şefkat ve merhametle kucaklamaya, yapılan haksızlık ve zulme karşı çıkmaya davet etmek için taraf-ı İlâhiden gönderilmiş.
Hukukta, yeni kanun eski kanunu yürürlükten kaldırdığı gibi, İslâm da kendinden önce gelen bütün dinlerin prensiplerini toplayarak, mükemmel bir şekilde ilân edip eski hükümleri yürürlükten kaldırmış.
Aslında Hz. Âdem’den (as) Hz. Muhammed’e (asm) kadar vazedilen hükümlerin amacı ve kaynağı aynıdır. “Allah katında din İslâmdır”. (Âl-i İmran: 19) Maksat saadet-idareyndir, insanın dünya ve ahirette saadete ulaşmasıdır.
SADECE MÜSLÜMANLARIN DEĞİL, ÂLEMLERİN RABBİ!
Peki, hakîkat ve din sadece bir grup veya kimsenin tekelinde olabilir mi? Bâtıl dediğimiz bir mezhepte veya sapıtmış dediğimiz bir insanda bile, güzel bir düşünce, bir “dane-i hakîkat” bulunamaz mı?
Hakîkat tekelciliği aslında insanın hadsizliğinin bir ifadesidir. Din tekelciliği de öyle. Hakikati tebliğ eden kimse, İslâmın güzelliklerini bir sofra gibi ortaya serer, sonra edeple geri çekilir. Davet eder, mecbur edemez.
Dinde zorlama yoktur. “Öyle ise dileyen iman etsin; dileyen inkâr etsin!” (Kehf: 29) Yoksa; “Biz sevdiklerimize zaten hidayet veremeyiz.”
***
Allah, sadece Türklerin, Kürtlerin, Arapların veya İngilizlerin Rabbi değil, “Rabbü’l-Âlemîndir.” Allah’ın dini de; bir kavme, bir ırka değil, bütün insanlığa gelmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlığın rehberi olduğu gibi; Allah Resulünün (asm) muhatabı da bütün insanlardır.
OTOBAN MI PATİKA MI?
Öyleyse hangi hakla “Cadde-i Kübra-î Kur’anîyeyi,” çok şeritli bir otobanı patikaya çeviriyoruz? Bediüzzaman feryadında haksız mı?
“Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-i İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki; fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz?
Hem de, umum kemâlâtı câmi, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhît olan o kasr-ı nuranî-yi İslâmiyeti, ne cür’etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes aynasının müşâhedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı aynanız size öyle göstermiştir.” (ESDE, Münâzarât, s. 259)
***
İslâm ilim derken biz cehaleti tercih ediyorsak, İslâm barış derken biz kavga ve ihtilâfı anlıyorsak; İslâm hak, hukuk, adalet derken biz ‘zulmü alkışlayıp zalimi seviyorsak, İslâm “zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız” derken biz yaşanmaz hale getiriyorsak, “İslâm’a lâyık bir doğruluğu” göstermiyoruz demektir.
Şimdi muhasebe zamanı!