Madem toprak kesâfeti itibariyle en câmi’ masnuât-ı İlâhiyeye menşe ve medâr ise; aynen öylede kesâfetli olan nefs-i insâniye; sırr-ı câmiiyet itibâriyle, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insâniyenin fevkıne çıkabilir.
“Meselâ, hava âyinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyâ’sı görünür. Su âyinesinde şems ziyâ’sıyla görünürse de elvân-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin ziyâ’sındaki yedi rengi de gösterir.”1
İşte o hakîr gördüğümüz toprak, Cenab-ı Hakk’ın pek çok isminin tecellisini gösteriyor. O toprak mahviyet ve tevâzusundan dolayı Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin tecellisine mazhar olmuştur. İşte ehl-i hakîkat nefislerini toprağa atmışlar. Sonra onların ilmi, tevâzusu, mahviyet ve takvası neşv-ü nema bulmuş. Bediüzzaman da bunu ifade etmiş.“Said toprak gibi mahviyet ve terk-i enâniyet ve tevâzu-u mutlakta bulunması şarttır, ta ki; Risale-i Nuru bulandırmasın, tesirini kırmasın.”2 Demek ki, tam toprak olmayanlar Risale-i Nur’u bulandırıyor. İşte Risale-i Nur hizmetinde o kudsiyeti üzerine alan Nur Talebeleri’nin vasf-ı mümeyyizleri tam toprak olmaktır. Yürü ve toprak ol! Toprak gibi ol ki mahviyet ve tevâzu kazanasın.
Bilindiği üzere âlem şeceresinde bir meyl-i istikmâl vardır. Yani, kemâle erme, olgunlaşmaya doğru gitme meyli var. Bu âlem şeceresi teşa’ub etmiş, dallanmış olan insan dalında meyl-i terakkî başlamıştır. Bu meyl-i terakkî de, bir çekirdeğin vaziyeti gibi olup, neşv ü neması birçok tecrübeler vasıtasıyla elde edilebiliyor. Fikirlerin de birbirine eklenmesi neticesi ve vasıtasıyla da şekilleniyor, genişliyor.
Toprağa düşen çekirdek çürümeden yeni bir hayata başlayamıyor. Çekirdeğin zâhiren çürümesi onun tevâzu, mahviyet ve takvası oluyor. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerîm, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak neticeye çıkıyor. Onun içindir ki “Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır… Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir.”3 Binâenaleyh şu habbe-i kalb, eğer ubudiyet ve ihlâsın toprağı altında itmi’nan peyda etse; ve İslâmiyet âb-ı hayatıyla iska’ edilerek iman ile intihaba gelirse, o zaman o habbe-i kalb, kendi âlem-i cismaniyesine bir ruh olacak olan âlem-i emirden nuranî ve misâli bir şecereyi inbat edebilir. Fakat eğer o habbe-i kalb İslâmiyet âb-i hayatıyla iska’ edilmezse, kurumuş ve büzüşmüş bir çekirdek haletinde kalarak, nura inkılab edinceye kadar ateş ile yakılmaya seza olacaktır.
Öyleyse insan kendi meziyetinin ihfasına çalışmalı ve “meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın; tâ neşvünema bulsun”4 hakîkati tezâhür etmeli. Ey insan! “Madem toprak bu kadar cemâl ve rahmet ve hayat ve zînetlere maddî cihetinde mazhar olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başıboş kalmıyor. Elbette bütün bu zahirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve hayatın manevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakikî ve daimî ve manevî çiçekleri seyretmek, daha ziyâ’de sevilir ve iştiyaka lâyıktır, diye o kör hissiyatın ve dünyaperest nefsin itirazını tamamıyla izâle ve def etti.”5
İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin…
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 379.
2- Kastamonu Lahikası, s. 37.
3- Mesnevî-i Nuriye, s. 187.
4- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 284.
5- Emirdağ Lahikası-I, s. 407.