Peygamberimiz (asm) gayretli bir şekilde gizli olarak Kur’ân-ı Kerim’i tebliğ etmeye, öğretmeye çalışıyordu.
Bu hususta en büyük yardımcısı şüphesiz Hz. Ebû Bekir (ra) idi. Toplantıları o tertip ediyor, Peygamberimizin (asm) sohbetine gençleri ve temiz insanları o davet ediyor ve gizli olarak gelmelerini organize ediyordu. Peygamberimiz (asm) gündüzleri de Mekke’nin kırlarına, vadilerine ve dağlarına çıkıyor ve halkın içine fazla çıkmıyordu. Çünkü çok rahatsız ediyorlardı. Çıktığı zaman da genellikle Kâbe’ye giderdi. Kâbe’de de kimisi merakından, kimisi de Peygamberimizi (asm) sıkıştırmak için etrafında toplanıyorlardı. Bunun için Peygamberimiz (asm) konuşmalarını gizli tutuyordu.
Mü’minler de Peygamberimizi (asm) olur-olmaz zamanlarda rahatsız etmekten çekiniyorlardı. Ancak Peygamberimizin (asm) belirlediği saatlerde toplanarak ondan vahyi dinliyorlardı. Ancak Hz. Ali (ra) ve Hz. Zeyd (ra) gibi vahyi yazmakla görevli olanlar Peygamberimizin (asm) yanından genellikle ayrılmıyorlardı. Onlar da Peygamberimizi (asm) çağırdığı zaman giderlerdi. Çünkü Peygamberimiz (asm) devamlı olarak Cebrail (as) ile görüşüyordu. Bunun için rahatsız etmek doğru değildi.
Peygamberimizin (asm) amcaları Peygamberimizin (asm) durumunu kendi aralarında konuşuyorlardı. Peygamberimizin (asm) durumuna hayran oluyorlar ama getirdiği dine geleneklerine muhalif olduğu için girmek istemiyor ve şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı. Bir gün Ebu Tâlib, kardeşi Abbas’a Peygamberimiz (asm) hakkında şöyle dedi:
“Kardeşim! Muhammed’de gördüğümü haber vereyim mi? Ben onu himayeme aldım. Gece-gündüz ondan ayrılmaz oldum. Hatta kendi döşeğimde onu uyutuyordum... Ondan duymadığım sözler işitirdim. Yemeğe başlarken hep ‘Bismillahi’l-Ahad’ derdi. Sonunda da ‘Elhamdülillah’ derdi. Ben şaşardım. Kendisinden ne boş bir söz, ne yalan, ne de bir gülmek gördüm. Çocuklar oynarken beraber durmaz, oyunlarını sadece seyrederdi. Ömrüme yemin olsun ki onda büyük bir feyizden alâmetler vardır.”1 Amcaları böyle konuştukları halde inanma ve dinine yardımcı olma konusunda çok gevşek davranıyor ve bir türlü dinine yardımcı olmuyorlardı. Onların bu tavırları da müşriklere Peygamberimize (asm) sataşma konusunda cesaret veriyordu.
Hatta bir defasında müşrikler Peygamberimizi (asm) taşlamıştı da parmağı kanamıştı. Peygamberimiz (asm) buna çok üzülmüş ve kendi kendini şöyle teselli etmişti: “Mâ ente illâ usbuin demeytü / Ve fî sebilillahi mâ lekîytü.” Yani “Parmağım sen boş yere kanamadın / Sen ancak Allah yolunda ezildin.”
Bu durum çok zoruna gitmişti. Rahatsızlandı ve üç gün evinden dışarı çıkmadı. Hz. Hatice’nin (ra) yanına bir kadın gelmişti. Peygamberimize (asm): “Umarım şeytanın seni terk etmiştir. Görüyorum ki üç gündür evinden çıkmıyorsun” dedi. Peygamberimiz (asm) bu sözden de çok rahatsız oldu. Bunun üzerine Duhâ Suresi nâzil oldu.2
Peygamberimiz (asm) evinde bile rahat bırakılmıyor, çeşitli vesilelerle rahatsız ediliyordu. Tarihçilerin Cebrail’in (as) kendisine bir müddet gelmediği ve vahyin inkıtaa uğradığı iddialarının aslı budur. Aslında böyle bir inkıtaa ve kesilme söz konusu değildir. Ancak müşrikler bunu çeşitli vesilelerle iddiâ etmişlerdir. Bu dedikodu tarihçileri yanıltmıştır.
Yüce Allah Duha Suresinde Peygamberimizi (asm) teselli ederek şöyle buyurmuştur:
“Bismillahirrahmanirrahîm.
Andolsun, yemin olsun kuşluk vaktine! Sakinleştiği zaman geceye! Rabbin sana ne darıldı, ne de seni terk etti. Bil ki senin her günün bir önceki günden, ahiretin dünyadan daha hayırlı olacaktır. Rabbin sana verecek de verecek ve sen bundan razı olacaksın. O seni yetim buldu da barındırmadı mı? Seni yolunu şaşırmış ve nereye gideceğini bilemez halde buldu da sana yol göstermedi mi? Sen yoksul ve fakir bir halde iken seni lutfu ile zenginleştirmedi mi?
Öyle ise sakın yetimi ezme! Dilenciyi azarlayıp kovma! İsteyene istediğini ver! Senden bilgi isteyene bilgini de vermezlik etme! Rabbinin sana yaptığı ihsan ve ikramı da şükür ve tahdis-i nimet olarak anlat.”3
Vahyin geldiğini haber alan sahabeler toplanarak Peygamberimizden (asm) dinlediler. Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Osman (ra) hemen yazdılar ve inananların öğrenmeleri için çoğaltarak evlere gönderdiler.
Peygamberimiz (asm) bu surenin nüzulünden sonra yüce Allah’ın nimetlerini nazara vererek tahdis-i nimet için bunları kendilerine ihsan eden Allah’ı zikrederek tekbir getirdi. Sahabeler de öyle yaptılar. Bunun için ‘Duha’ Sûresinden sonra gelen surelerin sonunda tekbir getirmek sünnet oldu. Ashab Kur’ân okurken Duha Suresinden sonra her sure sonunda “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber. Lâ ilâhe İlallahu vallahu Ekber” diye tekbir getirirlerdi.4 Çünkü nimetin şükrü, onu vereni hayırla yad etmek ve nimeti kendine verene minnettar olmaktır. Bu da başkalarına onu anlatmak ve nimeti vereni övmekle olur. Peygamberimiz (asm) sonra şöyle buyurdu: “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen Allah’a şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen de çoğu bulamaz. Nimeti vereni takdir etmemek nankörlük, nimeti veren ile beraber zikretmek ise ona teşekkür etmektir.”5
Peygamberimiz (asm) müminlere dünyanın değersizliğini anlatıyor, “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır” hükmüne itaati ve ahirete rağbeti öğretiyordu. Bir gün hasır ve toprak üzerinde uyumuştu da izi yüzüne çıkmıştı. Bunu gören sahabeler “Ya Resulallah biraz rahat etseniz” dediler. Peygamberimiz (asm) “Ben fani dünyayı neyleyeyim. Dünyanın misali uzun bir yolculuğa çıkmış olan bir kafilenin bir saat kadar bir ağaç altında mola vererek gölgesinde dinlenmesi misalidir. Siz de dünyada garip bir yolcu gibi olun”6 buyurdular.
Dipnotlar:
1- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 9: 278–279
2- Buhari, Cihad, 9; Tefsir-i Sure, 93:1; Müslim, Cihad, 112, 115; Ebu Davud, Edeb, 90; İbn-i Kesir, Tefsir, (Beyrut–1988) 4:557
3- Duha Suresi, 93: 1-11
4- İbn-i Kesir, Tefsir, 4:557; Yazır, Hamdi, Tefsir, 9:285
5- İbn-i Kesir, Tefsir, 4:559
6- İbn-i Kesir, Tefsir, 4: 558
M. ALİ KAYA