Risale-i Nur, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
Yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, anî ve def’î olarak ihsan edilmiş.
Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
* * *
Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki eğer dalâlet cehaletten gelse izalesi kolaydır; fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda i’caz-ı Kur’ân’ın manevî lemaatından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hasiyetini vermiş tasavvurundayım. (...)
* * *
“Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor?”
Elcevap: Güzel bir cevaptır. Şeref, i’caz-ı Kur’ân’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâperva derim:
Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil, tahkiktir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.
Şu sırrın hikmeti budur ki:
Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillâhi’l-hamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hatta nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
Elhâsıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir; deva Kur’ân’ındır.
Hizmet Rehberi, Y.A.N.-2017, s. 25-29
LÛGATÇE:
bilâperva: Pervasız, korkusuz; çekinmeden.
bürhan: Delil.
cihetü’l-vahdet: Birlik ciheti, yönü.
esrar-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın sırları.
heyet-i İslâmiye: İslâm toplumu.
i’caz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği.
iltizam: Körü körüne bağlılık ve taraftarlık.
intişar: Neşredilme, yayılma.
iz’an: Anlayış, kavrayış, ferâset.
kavî: Kuvvetli.
lemaat: Lem’alar, parıltılar.
marifet: Bilgi.
nâfi’: Faydalı.
şuhud: Görme, İlâhî tecellîlere şâhit olma, mânâ âlemini seyretme.
şule: Işık, parıltı.
tehacümat: Hücumlar, saldırılar.
temsilât: Temsiller, örnekler.
yakîn-i imaniye: İmanla ilgili kesin ve sağlam bilgi.
zulümat: Zulmetler, karanlıklar.