PROF. DR. RAMAZAN ALTINTAŞ TÜRKİYE′DE FAİZİN TARTIŞILMAMASININ BİR FELÂKET OLARAK YORUMLANMASI GEREKTİĞİNİ BELİRTEREK, "ONUN İÇİN YILLAR ÖNCESİNDE SAİD NURSÎ HAZRETLERİ FAİZ ÜZERİNDE ISRARLA DURMUŞTUR. ÇÜNKÜ FAİZ, BAŞKASININ EMEĞİNİ SÖMÜRME ARACIDIR. BUNA ARACILIK YAPAN BANKALARIN İŞLEVİ DE BUNDAN FARKLI DEĞİLDİR. EĞER BUGÜN KÜRESEL ÖLÇEKTE EKONOMİK KRİZ YAŞANIYORSA, BUNUN ARKA PLANINDA FAİZ, FİNANSAL SORUNLAR VE TEFECİLİK VARDIR. O, SADECE FAİZİN İSLÂM TOPLUMLARINDA DEĞİL, İNSANLIK ÖLÇEĞİNDE YASAKLANMASI GEREKTİĞİ ÜZERİNDE DURMUŞTUR" DEDİ.
Türkiye′de faizin tartışılmaması büyük felâket
Türkiye’de tartışılan İslâmcılık tartışması Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler sonrası zirve yaptı diyebiliriz. Biz de İslâmcılık, Müslümanlık, Yeni Dünya Düzeninde İslâm’ın katkılarının ne olabileceğini Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Ramazan Altıntaş’la konuştuk. Altıntaş Said Nursî’nin hâlâ anlaşılamadığını söylerken, faiz sisteminin büyük felâketler getirdiğini vurguluyor.
Türkiye’de son günlerde daha yoğun tartışılan İslâmcılıkla ilgili neler söylemek istersiniz? Müslümanlıkla İslâmcılığı nasıl ayırmak gerekir?
II. Meşrûtiyet dönemi siyasal akımlarından gerek Türkçülerin, gerek İslâmcıların ve gerekse Batıcıların ortak hedefi, tek cümle ile “Osmanlı nasıl kurtulur?” sorusuna cevap aramaktır. Bu sebeple her bir akım, farklı projeler önermişlerdir. Bu projelerden birisi de “İslâmcılık”tır. Üç tarz-ı siyasetten birisi olan İslâmcılık, sömürgeciliğe karşı durmada ve İslâm topraklarını korumada küresel bağlamda yeni bir İslâm yorumu geliştirmek ve yeni bir Müslüman inşa etmek hareketinin adıdır. İslâm dünyasında İslâmcılar Müslüman bilinçte yeni bir dinî anlayış oluşturabilmek için üç temel ilkeyi hayata sokmayı amaç edinmiştir: Bir; Yeniden Kur’ân ve Sünnete dönüş... İki; İslâm dünyasında yeni meselelere çözüm bulmak ve İslâm’ın aktüel değerine aktüel boyut katmak için içtihat müessesesini canlandırmak... Üç; Cihad ruhunu diri tutmaktır. 19. yüzyıl İslâm dünyasının şartları içerisinde geliştirilmiş olan bu üç argümanı bugünün ihtiyaçları açısından olaya bakarsak, kaynaklara dönüş ve fikrî/içtihâdî cihad şeklinde iki maddede toplayabiliriz. Görüldüğü gibi, bu modern projeden amaç, bütün bir yeryüzünde ittihâd-ı İslâm’ı gerçekleştirmektir. İslâmcılar, yeni bir İslâm yorumu geliştirirken, Batı’dan da kopmamak, farklı kültür ve medeniyetlere iletişim kanallarını açık bulundurmak gibi bir anlayış da benimsemişlerdir. Dolayısıyla, İslâmcılık, bir ideolojidir, yeni bir bakış açısıdır. Müslümanlık ise, İslâmcıların mensup olduğu vahye dayalı bir dinin adıdır. Buradan hareketle, İslâmcıları Müslümanlığın dışında görmek doğru değildir.
İslâmcılığı sömürgecilik sonrası yeni insan inşası olarak değerlendiriyorsunuz. Bu inşa Batı’dan ne kadar kopuk?
Bu hareketin hedefi, İslâm topraklarından sömürgeci güçlerin atılmasını sağlayacak bir kurtuluşçu ideoloji ortaya koyma ve yeni bir Müslüman profilini inşâ etmekti. İslâmcıların en büyük özelliği biraz önce ifade ettiğimiz gibi, topyekûn Batı’yı düşman olarak görmemektir. Her ne kadar onlar, Batı’nın sömürgeci politikalarına karşı durmuşlarsa da mahiyet-i ruhumuzu korumak şartıyla yeni medeniyetin maddî anlamda geliştirdiği çağdaş teknoloji nimetlerinden yararlanmayı temel ilke edinmişlerdir.
Homojen bir yapı mıdır İslâmcılık?
Elbette... Osmanlı coğrafyasında ve Hint alt kıt′asında boy veren bu akım organizeli ve homojen bir akım değildi. Fakat hepsinde ortak ülkü; “Kendi öz benliğimizi muhafaza etmek şartıyla Batı uygarlığından nasıl yararlanabiliriz?” sorusuna cevap aramaktı. Çünkü onlara göre kendi gettosuna kapanan her kapalı düşüncenin gelişimi muhaldi. Farklı medeniyetlerle temas, düşünce alanında bir verimlilik ve sıçrama getirir inancını taşıyorlardı. İşte bu akımın temel felsefesi, İslâmî bir yenilenme çabası olarak görülebilir. Yenilenme psikolojik açıdan insana heyecan verici bir kavramdır. Ama beraberinde bir takım yozlaşma, savrulma ve yabancılaşmayı da getirme gibi riskler de her zaman vardır ve de olmuştur. Mezhepler tarihi alanında ortaya çıkan ve doğru yolun sapık kolları diye adlandırılan birçok fırkanın çıkış amacı da böyle olmamış mıdır? İyi niyetlerinden kuşku duymadığımız İslâmcılık akımı da hedeflerini gerçekleştirirken o günün tarihsel psikolojisinden hareketle bir takım hatalı yollara girmişlerdir. Bu akımın Batı’dan ne kadar kopuk oluşunun derecesi tartışılabilir.
Yeni medeniyet inşasında Said Nursî’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Said Nursî, yaşadığı dünyanın fıkhî konumunu çok iyi analiz eden bir âlim, bir filozof ve bir mütefekkirdir. O, yenilikçi bir düşünceden yanadır. Onun “eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” sözleri bunun en açık delilidir. Hâlâ anlaşıldığını sanmıyorum. İnsanlar önyargılarını bir kenara koydukları zaman, onun bize ve tüm insanlığa bırakmış olduğu düşünce mirasında; sosyal, siyasal ve iktisadî bunalımlardan çıkışın reçetelerini bulacaktır. Said Nursî’nin yeni medeniyet anlayışı, bizim temel referans sistemlerimizin yeni bir yorum biçimine dayanır. “Makine-i tekemmülatın buharı, diyanettir” diyen Said Nursî, yeni medeniyetin hangi bakış açısı üzerinde yükselebileceğine işaret eder. O, ayrıca İslâm âleminin bağımsızlığı ve maddî anlamda gelişmesinin önünde üç engel görür: Yoksulluk, cehalet ve derin ihtilâflar. Bu problemler halledilmedikçe İslâm dünyasının toparlanması zordur. Ona göre, din-dünya ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde yürüdüğü bir toplumda, temeli adalet ve şefkate dayalı yeni bir medeniyetin inkişaf yolu açılmakla kalmayacak, küresel ölçekte barış ve uzlaşı kültürünün de yaygınlaşmasına yol açacaktır.
Ekonomik düzenin bu tartışmalarda önemi nedir?
Ekonomik düzen, toplumsal yapının önemli bir parçasıdır. Said Nursî’nin ileri sürdüğü, adalet ve şefkat değerlerinden kopuk bir anlayışın ekonomik düzeni de acımasız olacaktır. İnsanın hevasını kışkırtma üzerine kurulan bir dünya anlayışı, açgözlü yeni bir insan tipini inşa edecektir. Böyle bir hırs, kanaatsizliği besler. İnsanı doyumsuzlaştırır. Nitekim O, İslâm’ın kanaat ahlâkından kopuk ve tamamen hırs ve açgözlülük üzerine kurulan bir hayat biçiminin birey ve toplumları felâkete sürükleyeceğine değinir. Eğer hırs duygusu, kanaat ahlâkıyla eğitilmezse, birey ve toplumların başına büyük felâketler getireceğine inanır ve bu konuda insanlığı uyarma görevini yerine getirir. Hatta o, savaşların temelinde bile o hırs güdüsünü ifade eder. Bu sebeple Said Nursî, tamamen hedonizme hizmet eden iktisadî anlayışın temelinde kapitali biriktirme ve tasarrufa geçit vermeme anlayışı olduğunu vurgular. Böyle bir ekonomik yapının tefessüh etmiş bir ahlâk anlayışını doğuracağını değişik misallerle dile getirir.
Türkiye şu an kapitalist bir düzeni devam ettiriyor diyenler var. Bu yeni İslâmî bir kültürün ortaya çıkamayacağı anlamına mı gelir?
Türkiye’nin kapitalist bir düzeni devam ettirmesi, yeni bir İslâm kültürünün ortaya çıkmasını tamamen engeller, görüşü bir genellemedir. Ama, olumsuz yönde etkisinin olmadığını da söylemek zordur. Max Weber klâsik tezinde, sermayenin dindarları sekülerleştireceğini iddia eder. Sekülerleşme, birey ve toplumun dinle olan ilişkisinin olabildiğince asgarî düzeye indirilmesi demektir. Eğer bireyin dinle ilgisi zayıflayacaksa, elbette İslâm kültürüyle de ilgisi zayıflayacaktır. Artık onun hayatında din belirleyici bir unsur olmaktan uzaklaşacaktır.
Müslümanlar dünya nimetinden yararlanamaz mı ya da sınırı nedir? Temelinde bereket yatan iktisadî anlayışı biraz açar mısınız?
İslâm, dünya kurmaya değil, dünyevîleşmeye karşıdır. Allah’ın rızık olarak verdiği nimetleri kim haram kılabilir? Sorun burada değil, asıl sorun Müslüman toplumların zihniyet dünyasından ve eşyaya bakışından kaynaklanıyor. Bugün, modernitenin sekülerleştirici etkisiyle Müslüman bilinçte ‘rızık ve israf’ gibi kavramların anlam alanlarında bir buharlaşma süreci yaşandı. Bu süreci, dilin sekülerleştirilmesi olarak teşhis edebiliriz. Protestan bir söylemle kazançtan çok tüketime yönelik kâr, marka ve moda gibi kavramlar dinin ticârîleştirilmesini de beraberinde getirerek, Kur’ân’ın ana konuları arasında yer alan, meselâ; Cihad, tevhîd, rızık, tekbir, ihlâs v.b. kavramların asıl muhteva anlamları terk edilerek aşındırıldı; tüketim kültürünü ve alışkanlıklarını adeta meşrûlaştırıcı bir kullanım aracı olarak tüketildi. Bu da bir sekülerleşmedir. Bugün yeniden bir iktisat teolojisi geliştirmeye ihtiyaç vardır. İktisadî alanın sekülerleşmesi, ferdi tamamıyla dindışı bir alana taşımaz. Fakat, cemaatin ferdini, bireysel dindarlık seviyesine indirerek kutsal alana sınırlama getirir. Belki burada dinî bir pozitivizmden söz edilebilir.
Türkiye ekonomisinde dindar camiaların faizi yeterince tartışılmamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Faizin tartışılması, bir felâket olarak yorumlamak gerekir. Onun için yıllar öncesinde Said Nursî Hazretleri faiz üzerinde ısrarla durmuştur. Çünkü faiz, başkasının emeğini sömürme aracıdır. Buna aracılık yapan bankaların işlevi de bundan farklı değildir. Eğer bugün küresel ölçekte ekonomik kriz yaşanıyorsa, bunun arka planında faiz, finansal sorunlar ve tefecilik vardır. O, sadece faizin İslâm toplumlarında değil, insanlık ölçeğinde yasaklanması gerektiği üzerinde durmuştur. Yaşadığımız yüzyılda Müslümanların kurtuluş reçetesi olarak insanlığı sadece Kur’ân ve sünnete çağırmaları yetmez; Kur’ân ve sünnetten çıkaracakları çözüm önerileri ortaya koymaları gerekmektedir. Adalet, hakkaniyet ve yardımlaşma temellerine dayalı, alın terini kutsayan, emeğin hakkını veren, her türlü sömürüye karşı çıkan yeni bir iktisat anlayışı geliştirdiğimiz takdirde, İslâmı asrın idrakine söyletmenin yolu da kolaylaşacaktır.
Türkiye’de sınıf ayrımı derinleşiyor mu?
Bu soruya cevap verebilmek için Türkiye Müslümanlarında meydana gelen bazı değişim örneklerine bakmak gerekir, diye düşünüyorum. Meselâ, 1980’li yıllardan itibaren daha bir belirginlik kazanan Müslüman kadının kamusal alanda gövdesiyle birlikte varolmaya başlaması, geleneksel kadın kimliği ve rolünde bir kırılmayı da beraberinde getirdi. Bu durum erkeklerde de dönüştürücü bir etki oluşturdu. Meselâ, artık basında ‘tesettürlü metalciler’ başlıklı haberler okuyabiliyoruz. Kendisini dindar bir kimlikle tanımlayan bu gençler, Batı müziğinin en uç noktalarından biri olan ‘metal’ müzikten zevk alıyor. Pop müzik konserlerinde âyin havasına girerek kendinden geçiyor. Genç erkekler ise, yeni bir görünüme bürünerek top sakalı ve hippi tiplemesiyle camide saf tutuyor. Küreselleşmenin dindar kesimde haramlara bakış gibi, geleneksel duyarlılıkları değiştirici ve yumuşatıcı etkileri de oldu. Bunun en açık örneği, yenilikçi ulema kuşağının verdiği fetvalarla, ithal parfümlerin dayanılmaz câzibesi karşısında yerli alkolsüz esans sektörü mevziler kaybetti. Mûsikî alanında daha yumuşak bir tavır sergiledi. Aynı durum ‘resim’ anlayışı konusunda da geçerlidir. Modern dalga bütün bu alanları yumuşattı. En muhâfazâkâr denilen ailelerde bile bu değişim rüzgârı yeni eğlence kültürü ve yeni tüketim alışkanlıkları kazandırdı. Şehir hayatına katılan gençlerin, markaya, tesettür defilelerine, pop müziğe ve flörte evet demeleri, onların örtülü ve sakallı olmaları, modern zihinlere sahip olduğunu hiçbir zaman örtemez. Sanıyorum bu dönüştürülmüş kamusal hayatta yeni görünümler, İslâm açısından küreselleşmeye katılmak değil, kelimenin tam anlamıyla homojenleşmek ve modern dünyayı tüketmektir. Hiç şüphesiz bu resmettiğimiz örneklendirmeler, vâkıayı tesbitten ibarettir. Kitlesel boyutta meydana gelen bu değişim bireyselleşmeye paralel olarak ‘ben’ bilincinin gelişiminin önünün açılmasıyla billurlaşan bir patolojik davranış bozuklukları mıdır? Din, modernite ve sekülerizm bağlamında yapılacak tartışmalar, bu soruyu anlamlı kılacağını sanıyorum.
Müslümanların hayatında pozitivizmin etkisini nasıl okuyorsunuz?
Bu sorunun cevabı, bir önceki soruya verilen cevapla yakından ilgilidir. 19. yüzyılın mantıkçı pozitivist bilim anlayışı, bazı Müslüman entelektüellerin din anlayışlarını daha çok etkilemiştir. Onların akla yükledikleri anlam, eğer aşırı bir yorum olmazsa, neredeyse imanın temellerini sarsacak bir noktaya varmıştır. Bu örnekleri, vahiy, mu’cize, melek, şeytan, cin, sünnetin dinde bağlayıcı olup olmadığı gibi konulardaki görüşlerinde görmek mümkündür. Bu bakış açısından Kur’ân kıssaları bile nasibini almıştır. Onların, savunmacı bir refleksle Kur’ân’ı anlamada katı rasyonel bir tutum benimsemeleri, Protestan bir İslâmî söylem tarzı geliştirmek olarak görülebilir. Aslında öykünmeci bu tavır, mağlûp medeniyetlerin insanlarının galip medeniyetler karşısında duydukları eziklik ve psikoz halinden başka bir şey değildir.
İslâm’ın akıl dışı ya da aklı kullanmadığı doğru mu?
İslâm akıl dışı bir din değildir, aksine aklı kullanmak gerektiği üzerinde Kur’ân’da ısrarla durulur. Akıl, tefekkür, tezekkür gibi kavramlara yer verilir. Kaldı ki İslâm, akıl taşıyan insanları uyarmak için gelmiştir. Aklı olmayanının dini de yoktur. Eğer İslâm aklı kullanmayı teşvik etmemiş ve Müslümanlar da bu duruma bigâne kalsalardı, tarihte bir İslâm uygarlığından söz edilebilir miydi? Belki sorun İslâm’ın akla yüklediği anlamla, katı pozitivist felsefenin akla yüklediği anlam arasındaki farkı bilmemekten kaynaklanmaktadır. Bu anlayışta akıl, evrensel ölçekte her şeyin ölçüsü olarak kabul ediliyor. Din, öteleniyor. Akıl, mutlaklaştırılıyor. Halbuki akıl yaratılmış bir varlıktır. Şer’ î deliller arasında yer alan kıyas, aklı kullanma yöntemidir. Önemli olan akılnakil ilişkilerinde aklın yerinin neresi olduğunun tesbit edilmesidir. Yoksa dünyevî konularda herkes aklını kullanarak hareket etmektedir. Sorun, dinî metinleri anlamada ne kadar aklı kullanmaya yer veriliyor? Sorusunda aranmalıdır.
İslâm’ın diğer inançları dışlayıcı olması mümkün mü?
İslâm’ın dünya görüşüne bakıldığında, onun ana kaynağı ve kutsal metni olan Kur’ân’ın, dinsel ve dolayısıyla kültürel çoğulculuğun Yüce Yaratıcı’nın bizzat kendisinin muradı olduğunu açıkça vurguladığı görülür. Dinî ve kültürel farklılıkların bir yaratılış gerçeği olduğu belirtilip ardından İslâm’ın dışındaki diğer dinlere ve mensuplarına hayat hakkı tanınmaması, açık bir tutarsızlık olurdu. Bu sebepledir ki, gerek Kur’ân, gerek onu duyuran İslâm Peygamberi, din ve düşünce hürriyetini teminat altına alacak hükümler getirmiştir. Daha açık bir dille söylersek, dinde zorlama olmayacağını ve herkesin özgür iradesiyle dinini seçebileceğini öngören İslâm, seçilen dinin gereklerinin rahatça yerine getirilmesini de garanti altına alacak ilkeler ve hükümler koymuştur. İslâm toplumunda yaşayan gayrimüslim azınlıkların can, mal, inanç ve değerlerinin Müslümanların sorumluluğunda/garantörlüğünde olduğunun ifadesi olan zimmet, söz konusu ilke ve hükümlerin hukukî ve siyasî çerçevesini belirlemektedir. Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda gayrimüslimlerin vatandaş sıfatıyla, üstelik geniş sayılabilecek bir hukukî özerklikten istifadeyle yaşamaları imkânını veren zimmet müessesesini, Hz. Peygamber de (asm) gerek şahsî uygulamaları, gerek verdiği birçok talimat ile somutlaştırmıştır.
H.HÜSEYİN KEMAL
[email protected]