Size göre savunma harcamaları ile ülkenin güvenlik ihtiyaçları birbiriyle bütünüyle uyumlu mudur? Savunma planlaması ile ilgili karar verme süreci yeterince şeffaf mıdır? Daha şeffaf bir savunma planlama sürecinin fayda ve mahzurları nelerdir? Savunma planlama süreci nasıl şeffaflaştırılabilir?
Savunma harcamaları ile ülkenin güvenlik ihtiyaçları arasında bir uyum bulunduğunu düşünmüyorum. Küresel silah şirketlerinin güdümündeki devletler, genel olarak Ortadoğu ve üçüncü dünya ülkelerinin ordularını silah pazarı haline getirmeye çalışırlar. Savunma harcamalarını bu yönlendirmelerden bağımsız olarak, salt ülke ihtiyaçları bağlamında yapılmış harcamalar olarak kabul etmek oldukça zordur. Ortadoğu’da oluşturulan ihtilaflı sınırlar, sınırların arkasındaki ülkeleri birbirine karşı silahlanmaya teşvik etmektedir. Adeta bir silahlanma rekabeti yaşatmaktadır. Bu da küresel silah şirketlerinin amaçlarına uygundur. Ayrıca, silah teknolojileri de dinamik bir gelişme içindedir. Son teknoloji olarak piyasaya sürülen silahların aslında birkaç üst versiyonu sırada bekleyen demode silahlar olduğu gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. Bu pazarlama provokasyonları ile yapılan savunma harcamaları ne derecede gerçek ihtiyaçlardan kaynaklanmış olabilir ki? Özellikle ülkemizde gerçekleştirilen yapay güvenlik sorunlarının çözümüne cevap verecek savunma harcamaları önemli bir kalem teşkil etmektedir. Bu belirttiklerimiz, tabii ki, dışa bağlı savunma sistemleri ile ilgilidir. Ancak yerli savunma sanayinin kurulması, bu tür harcamaları asgariye indirecek ve savunma harcamaları güvenlik ihtiyacını karşılar duruma gelecektir. Yerli savunma sanayinin kurulmasında elbette teknoloji transferi gereklidir. Bu kez de, geri teknoloji transferi sorunu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu sebeple de, yerli ar-ge’nin geliştirilmesi zorunludur.
Savunma harcamalarının karar süreçlerinin ve harcamalarının şeffaflaştırılması, istihbarata karşı koymayı sağlayacak fonksiyonellikte demokratik bir denetim sürecine bağlanabilir. Fonksiyonel bir idari denetim ve yargı denetimi ile güvenlik ihtiyaçları ile uyumlu bir savunma harcaması sistemi kurulabilir.
* Türkiye’nin NATO üyeliği ve/veya ABD ile ilişkileri ile askerin siyasete müdahil olması arasında bir ilişki görüyor musunuz?
Osmanlı’ya kadar uzanan bir tarihi derinlikte, bir müdahale geleneği zaten mevcut idi. Ancak, NATO ve NATO bağlamında ABD ile ilişkilerin, askerin siyasete müdahalesinin boyutunu değiştirdiğini düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin Batının liderliğini İngiltere’den devralmasıyla, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde de ABD ağırlık kazanmaya başladı. 1947 yılında Sovyetler Birliği tehdidi gerekçesiyle Yunanistan’la birlikte Türkiye de, Truman doktrini çerçevesinde ekonomik ve askeri yardım planı kapsamına alındı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak başkanlığında bir Türk askeri heyeti Amerika’ya gitti. ABD ve Türkiye ilişkileri, Marshall yardımı, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi ve müteakiben NATO’ya alınması ile gelişmesini sürdürdü. Bu arada, merkezi ABD’de bulunan uluslararası finans kuruluşlarına ilk borçlanmamız da gerçekleşti. NATO ittifakı çerçevesinde, İtalya’da kurulan Gladio benzeri bir yapı, Türkiye’de de 1953’te ülkenin NATO’ya girişinden bir yıl sonra “Anti Terör Örgütü” adı altında kuruldu ve ABD askeri misyonu ile aynı binaya yerleştirildi. O zamanki yasal adı, “Seferberlik Tetkik Kurulu”ydu. NATO’nun esnek mukabele stratejisine göre, Türkiye bir Sovyet saldırısında baraj rolü üstlenecekti. Esas savunma hattı Torosların güneyinde kurulacaktı. Trakya’da, Boğazlar’da ve Doğu Anadolu’da Sovyet işgaline karşı durulmayacaktı. İşgal altındaki bölgede gerilla savaşı yürütülecekti. Türk ordusu bu stratejiye göre yeniden düzenlenirken gerilla savaşını yürütecek, planlayacak bir birim olarak, ABD’nin önerisi ile Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturuldu. Fikri, finansmanı ve teçhizatı Amerika verdi. Personeli CIA’in subayları tarafından eğitildi. Türk ve Amerikan hükümetleri arasındaki 1959 tarihli bir antlaşma uyarınca, bir iç ayaklanma durumunda bu birim devreye sokulacaktı. Aynı yıllarda Amerika’nın dayatması ile “dolaylı saldırı” ilkesi Türk devletinin temel askeri politikalarından biri oldu. Dolaylı saldırı kavramı Amerikalılar tarafından Kore yenilgisi sonrası geliştirildi. Bu kavramın ne anlama geldiği Amerikan Harp Doktrinleri kitabının 297. sayfasında çok açık olarak tarif ediliyordu: “Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırılar yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır.” Seferberlik Tetkik Kurulunun kurulmasını müteakip, sınavla seçilen Türk subayları Amerika’ya davet ediliyor, özel harp kursları görüyordu. 1960 darbesinde başrol alanların, ilk giden on altı subay arasından çıkması, NATO-ABD ilişkilerinin, askerin siyasete müdahil olmasında ne derece etkili olduğunun açık bir delilidir.
* Türkiye’nin AB üyeliği çerçevesinde yaşanan dönüşümler ile son dönem düzenlemeleri; TSK’nın siyasî rolünü değiştirmeye yönelik geri dönüşü olmayan yapısal değişiklikleri de içermekte midir? AB süreci, Türkiye’deki sivil-asker ilişkileri ve TSK’ya duyulan güven üzerindeki etkilerini nasıl yorumluyorsunuz?
Gerçekleştirilen şekli değişikliklerin zihniyet değişikliklerine yansıması zaman alacaktır. ABD, Türkiye ile ilişkilerini, NATO’nun bir parçası olan ve o zihniyet formuna kavuşturulan asker üzerinden yürütüyordu. Ancak, AB faktörünün devreye girmesi ile gerçekleştirilen yapısal değişiklikler, giderek toplumun demokratik bilincinin yükselmesine, hatta siyasilerin de demokratik duruşlarının değişmesine yol açtı. Böylece, ABD’nin askeri irade üzerinden kurduğu ilişkiler siyasi iradenin kazandığı boyutlar itibariyle fonksiyonelliğini yitirmeye başladı. Siyasi irade, süreç içerisinde ABD-AB rekabetini kullanarak, mümkün olan reformları başlattı. Ancak, mevzuat reformu başta anayasa olarak, TSK’nın siyasetteki rolünü değiştirecek boyutlar kazanmamıştır. Askerin siyasetteki etkinliği, mevzuattan çok kişisel tutumlara endeksli bulunmaktadır. Mevzuattan çok, toplumdaki demokratik bilinçten etkilenmektedir. AB üyeliği çerçevesinde yaşanan dönüşümlerin en önemlisi budur bence…Toplumdaki demokratik zihniyet yükseldiği oranda, askerin temsil ettiği ideolojik zihniyetle giderek şiddetlenen bir çatışma sürecine girmiştir. TSK’nın ideolojik söylemlerinin öne çıkardığı dönemlerde, TSK’ya duyulan güvenin önemli oranda aşındığının gözlemlenmesi, bu söylemlerde geri adım atılmasına yol açmıştır. Milletin kendi kimliğine dönüş sürecinin hızlanması, bu kimlikle çatışan ve sürtüşen unsurları giderek dışlamaktadır. Bütün bu gelişmelere bağlı olarak, ordunun milli iradeden kaynaklanmayan, aksine milli iradeye karşı örgütlenmiş ideolojik iktidarın bir aracı konumundan kurtulma süreci içine girdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin jeopolitik etkinliğinin büyümesi, temsil ettiği jeokültürel kimliğe bağlıdır. Ordunun bu kimliğe karşı ön yargılarının ortadan kalkması ile Türkiye şu ana kadar tasarlanmış kimliklerle verilen rolleri oynamaktan kurtulacak, jeokültüründen beslenen jeopolitik gücüne kavuşacaktır. Ordu da, bu dönüşüm paralelinde şimdiye kadar yerine getirdiği rollerden çok daha büyük rollere geçecektir. Geri dönüşü olmayan yapısal değişikliklerin stratejik noktası, sözünü ettiğimiz jeokültürel dinamiklerle barışık bir yapısal değişikliğin gerçekleştirilmesidir ki, bu kurumsal alandan çok zihniyet alanı ile alakalıdır. Bu yapısal değişiklik, TSK’nın rolünü ve kendisine duyulacak güveni azaltmayacak, aksine hayal edilemeyecek kadar büyütecek ve artıracaktır.
* Size göre askerler son dönemde yaşanan bu değişime nasıl bakmaktadırlar? Daha farklı bir deyişle askerî liderler Batı tipi bir sivil-asker ilişkisi modeline öykünen paradigma değişimini onaylamakta mıdır?
Askerlerin yaşananları, konjonktürel bir geçici dönem olarak algıladığı görülmektedir. İdeolojik koşullanmışlık, olup bitenleri sağlıklı bir şekilde değerlendirmeye elverişli bir zihni alt yapıya imkân tanımamaktadır. Türk toplumunun sosyolojik dinamiklerinden kopuk, hatta bu sosyolojik dinamikleri bloke etmek üzere yapılandırılmış bir askeri sistem içinde, yaşanan değişimlere olumlu bir bakış varolabileceğini kabul etmek oldukça zordur. Asker liderlerin, Batı tipi sivil-asker ilişki modeline de, Türkiye’ye özgü şartlar bahanesi ile karşı olduklarını düşünüyorum. Ben şahsen, asker-sivil ilişkilerindeki problemlerin çözümünü, yapısal dönüşümlerden, rol artırıp eksiltmelerinden çok, toplumun sosyolojik kimliği ile uyumlu hale gelen bir zihniyet dönüşümünde buluyorum. Bu dönüşüm sağlandığında, ordu milletin değerlerine karşı bir blokaj işlevinden kurtulacak, bu blokaj işlevi doğrultusunda siyasete müdahil olmak yerine, millet, siyaset ve bütün kurumlarla birbirini tamamlayan, birbirinin uzantısı olan, birbirine güç ve destek veren bir role geçecektir. Kültürel doku uyuşmazlığının sürmesi halinde, Batı tipi modeller, sadece şekilde kalacak ve sivil-asker ilişkilerindeki problemleri kurumsal boyutlara taşıyacaktır.
*Sivil-asker ilişkileri sadece sivil siyasi irade ile askerî liderler arasında çözümlenmesi gereken bir mesele midir? Yoksa yurttaş bireylerin de, sivil-asker ilişkilerinin bir parçası olduğunu düşünüyor musunuz? Düşünüyorsanız-düşünmüyorsanız neden?
Sivil asker ilişkilerinin temelinde, resmi ideoloji paradigması yer almaktadır. Bu paradigma, sadece devletin ve kurumlarının biçimlendirilmesini öngörmüyor. Topluma da kendi öngördüğü kimliği dayatıyor. Zaten devlet ve kurumlar da bu kimliği dayatan işlevlerle yapılandırılıyor. O zaman, temel sorun, sivil-asker ilişkilerini, sadece askeri liderlerle sivil siyasi irade arasındaki çatışmaya indirgemek ve çözümü de bu düzeyde aramak yanlış olacaktır. Temel sorun, Türk toplumunun sosyolojik dinamiklerini, kültürel ve dini kimlik unsurlarını tehdit olarak algılayan bir ideolojik paradigmadır. Bu paradigma, Türk toplumunun bütün kesimleri arasında aynı devlete ve bayrağa ve vatana aidiyet duygusunu besleyen uzlaşma ve dayanışma kültürünü bloke ederek, alt kimliklerin siyasallaşmasına yol açmıştır. İç güvenlik sorunları da büyük oranda bundan dolayı yaşanmaktadır. Bu sebeple, sivil-asker ilişkilerindeki temel problem, toplum bireylerinin kimlik unsurları ile doğrudan ilişkilidir. Diğer bütün düzlemlerdeki problemli ilişkiler, bu düzlemdeki problemli ilişkinin yansımalarından ibarettir.
* TSK’nın subay kesimi siyasal çizgileri itibariyle monolitik bir yapı olarak ele alınıp analiz edilebilir mi?
Kur’ân’daki kıssalarda, toplum yapılanmalarında çevreyi belirleyen merkez olgusu çeşitli versiyonları ile anlatılır. Bu kıssaların halk algısı ile sosyolog algısı çok farklıdır. Mesela, Hz. Musa Kıssasında, toplumsal merkez, Firavun isimli bir hükümdardır. Toplumda, her şey Firavun’a göreli hale gelmiştir: Yasalar, ordu, idare, siyaset, halk… Toplumun bu görelikten kurtulması için topluma Musa aşısı yapılır. Aynı şekilde, Bakara(İnek) suresinde, ineğin kutsallaştırılması ile, toplumun bu kutsallaştırma üzerinden (İneğin kutsallaştırılması) biçimlenmesi, bu kutsallığı aşamaması, yani monolitik bir algıya saplanması sonucu toplumun bütün değişim dinamiklerinin bloke edilmiş olması gerçeği anlatılır. Çözüm ise, kutsallaştırılan nesnenin, genç, güzel ve besilisini kesmektir. Yani kutsalın kesilmesi…Yani kutsallık algısının yıkılması…Diğer kıssalarda da aynı monolitik algıya mahkumiyetin değişik versiyonları anlatılır. Örneğin, atalar, ruhban, nefis merkezlilik, çıkar merkezlilik, haz merkezlilik v.s. İşte soruya en açık cevabı teşkil eden kıssalarda, örneğin siyasi bir düşüncenin merkezileşmesi, bütün çevreyi bu düşünceye göreli hale getirecek ve uyumsuz olan her şeyi dışlayacaktır. Ülkemizde de, uzun yıllar askerler zaman zaman kendilerini, dolayısıyla dünya görüşlerini merkeze koymuşlar ve tam da sorduğunuz şekilde monolitik bir yapı haline gelmişlerdir. Benim görev yaptığım dönemde yaptığım gözlemler, subayların bütününde böyle monolitik bir yapı olmadığıdır. Ancak, subayların hiyerarşik kademelerde bulundukları konuma göre bu yapının değiştiğini gözlemledim. Alt kademelerde daha çoğulcu, daha hoşgörülü olan yapı, üst kademelere çıktıkça giderek monolitik bir yapıya dönüşüyordu. Çünkü, TSK içinde deklare edilmiş, yani merkezileştirilmiş bir resmi ideoloji mevcut ve bu ideolojiye mensubiyet, hiyerarşi içinde yükselmenin belirleyici kriteri olunca, ister istemez böyle bir yapı ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. En azından bazı kişiler, takiyye olarak monolitik bir yapının koruyucusu rolü oynayabiliyor. Hatta, kendisi açısından fonksiyonel olmuş ise, giderek bu yapının doğruluğuna da inanmaya başlayabiliyor.
*“2000’li yılların başında yaşanan sert kutuplaşmanın TSK içindeki yankılarının, askerlerin siyasî tahlillerini değişikliğe uğrattığı” tezi hakkındaki düşünceleriniz?
Yukarıdaki soruya verdiğimiz cevabın devamı, bu soruya da karşılık teşkil etmektedir. Şöyle ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bütün subayları monolitik bir yapının temsilcisi olarak görmek mümkün olmadığı gibi, arızi olarak ortaya çıkan monolitik yapıları da bütün zamana yayarak süreklileştirmek de doğru değil bence. Çünkü, monolitik yapılar, kısa vadede çevreyi biçimlendirebilir. Ancak, uzun vadede, baş gösterecek kutuplaşmalar, çevre güçlerinin yörüngeden çıkarak savrulmasına da yol açar. Bu sadece, yerel sistemler açısından değil, küresel sistem açısından da geçirlidir. Nitekim, günümüzde bu savrulmalar yaşanmaya başlamıştır. Monolitik yapıların tipik örneği olan Ortadoğu’daki diktatörlükler, ellerinde tuttukları, kendilerine göreli hale getirdikleri yasal, askeri ve kurumsal güçlerine rağmen, artık sivil toplumu kendi yörüngelerinde tutamıyorlar. Küresel sistem de, yerel sistemleri yörüngelerinde tutamıyor. Ülkemizde de merkezden kaçan yapılar ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, merkezin monolitik yapıda olması uzun vadede çözüm değildir. Bütün bu somut olayların yankıları olacaktır elbette. Kanaatimce, bu olaylar, 2000’li yıllardan sonra ülkemizde de siyasi tahlillerin önemli ölçüde değişmesine yol açmıştır. Yukarıdaki analizimizde monolitik yapının üst kademelerde oluştuğunu belirtmiştik. 2000’li yıllardan sonra oluşan değişimin de üst kademelerde olduğu, bu kez yukarıdan aşağı doğru yeni bir siyasal algı değişimi yaşanacağını ve giderek tüm kurumda demokratik, çoğulcu siyasi bir düşüncenin hakim olacağını düşünüyorum.
* Size göre mevcut gelişmeler, askeri elitin Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerine ilişkin olarak 2000’li yıllarda ortaya çıkan paradigma değişimini onayladığına işaret etmekte midir? Siyasi otorite ile askeri liderlik arasında bir mutabakat var mıdır? Varsa bu sağlıklı bir sivil-asker ilişki biçiminin sağlandığı anlamına gelir mi?
Türkiye’nin bir geçiş döneminde olduğunu düşünüyorum. Bu geçiş süreci, bir değişim sürecidir. Ancak, bu sürecin, henüz paradigma değişimini onaylama noktasında olmadığını, henüz paradigma ile bir iç hesaplaşma yaşandığını, ancak bu hesaplaşmanın sonucunun paradigma değişimini onaylamak şeklinde tecelli edeceğini düşünüyorum. Süreç, henüz iç hesaplaşma safhasında olduğu için, siyasi otorite ile askeri liderlik arasında tam bir mutabakat bulunduğundan da söz etmek mümkün değil. Ancak, iç hesaplaşmaya paralel olarak mutabakat konusunda ilerleme olacağını düşünüyorum. İç muhasebe, sivil toplumun kimlik değerlerine bakış açısının olumlu anlamda değişmesi, dışlayıcı tutumun terk edilmesi, toplumun kimlik değerlerinin bütünleşme ve dayanışma fonksiyonlarının anlaşılması, resmi olarak dayatılan kimliklerin bu fonksiyonelliğinin bulunmadığının anlaşılması gibi sonuçları doğurduğunda, sivil toplum-asker ilişkileri de kendiliğinden değişecek, bunun siyasi otorite ile olan ilişkilere de yansıması söz konusu olacaktır. Toplum değerleri ile barışan askerlerin, toplum ile de, toplumun siyasi yansıması olan siyasi otorite ile de barışık bir ilişki biçimi geliştireceğini düşünüyorum. Ancak, belirttiğim gibi, henüz iç hesaplaşma yaşanıyor. Bu iç hesaplaşmanın sonuçları, paradigma değişiminin onaylanması, mutabakat ve olumlu sivil-asker ilişkileri şeklinde değişimleri getirebilir.
* Cevaplarınızın pek çok yerinde bir ideolojik iktidar-demokratik iktidar dikotomisinden söz ediyorsunuz. Size göre AKP Hükümeti sizin demokratik iktidar tanımınızın özelliklerini bütünüyle yansıtmakta mıdır?
İdeolojik iktidar, demokratik iktidar kavramları açısından AKP hükümetini demokratik iktidar olarak nitelemek mümkün değildir. Öncelikle, AKP bir iktidar değil, muhalefettir. Çünkü, ülkemizde iktidar-muhalefet olgusu, ileri demokrasi toplumlarındaki pratiklerle aynı değildir. Türkiye’de ilk serbest seçimlerin yapıldığı 1946 seçimlerine kadar bütün yapıyı, toplumsal kimliği belirlemiş ve yerleşmiş bir ideolojik iktidar söz konusudur. Başta ordu olmak üzere yargı ve bürokrasi, tek parti ideolojisinin kurumlaşmasını temsil etmektedir. 1946 seçimleri, tek partiyi, bünyesinde başka partilerin de bulunduğu bir meclis çatısı altına sokmuştur. Ancak, bu parti, iktidara muhalefet rolünden daha öte, ideolojik iktidarın meclis ayağını oluşturmuştur. Bu yapı 2000’li yıllara kadar yoğun olarak, günümüzde de düşük yoğunluklu olarak devam etmektedir. Böyle bir ortamda, AKP’nin demokratik iktidarı temsil ettiğini söylemek doğru değildir. Henüz ülkemizde demokratik iktidarın tesis edildiğini düşünmüyorum.
* AKP siyasaları gerçekten de demokratik midir?
AKP siyasaları gerçek manada demokratik değildir. Çünkü, öncelikle ülkemizdeki mevzuat, başta anayasa olmak üzere ideolojik iktidar tarafından biçimlendirilmiştir. İkinci olarak, ileri demokrasi açısından, AKP, gerçek mânâda demokratik çoğunluğu temsil etmemektedir. Eski dönem seçim mevzuatı, parçalı siyasete bir çözüm olarak geliştirilmiştir. Bu mevzuata göre, halkın verdiği oy oranı ile bunun meclise milletvekili sayısı olarak yansıması arasında bir orantısızlık bulunmaktadır. Bu açıdan bir temsil sorunu söz konusudur. Ayrıca, kimlerin millet vekili olacağı, eskisi kadar katı olmamakla birlikte lider vesayeti altında belirlenmektedir. Ayrıca, parti disiplini adı altında blok tercihler de demokratik ölçülerde siyasetin önündeki engelleri oluşturmaktadır. AKP’nin kısaca özetlediğimiz bu özelliklerden ari olduğunu söylemek yanlıştır. Bütün bunlar bir yana, AKP bir geçiş dönemi hükümeti olarak, geçişin gerekli kıldığı değişimleri, demokratik önceliklere tam anlamıyla riayet ederek gerçekleştirmek sorunu ile karşı karşıyadır ve bu sorunu aşmada sayı çoğunluğunu sıkça kullanması kaçınılmaz olmaktadır.
* Sağlıklı ve geri dönüşlü olmayan bir sivil-asker ilişki modelinin kurulabilmesi noktasında AB uyum sürecinde gerçekleşenler dışında AKP pratiklerinin karakterinin demokratik olduğunu düşünüyor musunuz?
AKP’nin AB uyum sürecindeki çabaları, bu doğrultuda mevzuatta gerçekleştirdiği değişimler ve özellikle de anayasa değişikliği, AKP’nin ileri demokrasiyi temsil eden AB ülkelerindeki demokratik standartların ülkemizde de hayata geçirilmesi konusunda samimi olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak AB uyum süreci dışında, AKP’nin siyasetlerini, henüz yürürlükte bulunan vesayet yasaları çerçevesinde yürüttüğünü de görmeliyiz. Ayrıca, reelpolitik meselesi… AKP’nin pratiklerine baktığımızda, izlenen siyasetlerin, korunma ve sakınma reflekslerinden bağımsız olarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Çünkü, AKP siyaseti, iç ve dış statüko güçlerinin baskılarının dengelendiği noktalarla sınırlıdır. Demokratik siyasetlerden çok, denge siyaseti izlenmektedir. Bu durum siyasetin doğasında mevcut olan bir şey olmakla birlikte, denge siyaseti, milli çıkarlarla her zaman uyumlu olamayabiliyor. Demokratik karakterde de olmayabiliyor. Bediüzzaman’ın yüz yıllık tabiri ile, “müteharrik-i bizzât değiliz. Bilvasıta müteharrikiz.” (Sünuhat-Tuluat-İşarat) Bu sebeple de, yüz yıllık bir süreçte, hükümetleri tahrik eden güçlerin maksatlarından bağımsız politikalar geliştirilememektedir. Bu durum, devletin ve milletin bütün kurumları ile bütünleşmesini, dayanışmasını, pozitif ilişkiler geliştirmesini şart kılıyor. Ta ki, milli iradeyi temsil eden hükümetler, “müteharrik-i bizzât” olsunlar.
—SON—