Bir önceki yazımızda, gençlik meselesinin popülist bir yaklaşım ile ele alınamayacağını ifade etmiştik.
Bu konu toplum boyutundan önce fert boyutunda ele alınması lâzım gelirken, günümüzün gençlik gündemiyle ilgili konuşan ve yazanların, mevzuya toplum veya sosyal olarak yaklaştıklarını görüyoruz.
Münafık Marksist felsefeciler, cerbeze ile yanlış hürriyeti anlatırlarken; toplum yoktur, birey vardır diyorlar. Bireyi insan olarak, altı boyutuyla ihtiyaçları, beklentileri, korkuları, psikolojik dünyası ve özlediği adaleti i ele almıyorlar. Burada insan, yalnızca maddi ciheti, hayvani ihtiyaçları ve kapital ile en kolay idare edilmesi yönüyle ele alınıyor. Hatta insanın ihtiyaçlarını arttırarak onu kapitale ve kapital ile yönetene muhtaç duruma getirmeyi, başarı kabul eden bir “BİREY” anlayışı var.
Doğrudur, bütün semavi dinlerde önce fert ve sonra fertlerin oluşturduğu toplum esas alınır. Müsbet ilimlerde de bu prensip ile tekâmüle gidilir. Parçadan bütüne doğru bir yol taakip edilir. Cüzü anlayamayan küll hakında ne konuşsun ki… Gençlik meselesinde ise durum bilakis… Önce bütün nazara alınıyor, nadiren ferde iniliyor. Belki de Avrupa’dan bize doğru 19. Y.yıldan sonraki sosyal ve siyasal hareketlerin tesiriyle; gençliğin proplemlerini dert edinmiş hamiyetkâr insanlarımızda bile, bu çarpık sıralamayı görebiliyoruz.
Avrupa’nın kendisine özgü “insan yetiştirme laboratuvarlarını” Türkiye’den elbette göremeyiz. Avrupa’nın tarihi mekânlarını dolaşanlarımız; Napoli’de, Londra’da, Paris’te ve daha yüzlerce şehirde üç yüz-dört yüz senelik üniversitelerle, kütüphanelerle karşılaşacaklarlardır. Dört yüz senelik bir gelenekten bahsediyoruz. Rönesans’ın çocukları ve skolastik döneminin hurafeleriyle cedelleşen babaları… Bediüzzaman’ın tesbitiyle, bunların hepsi ışıklarını Kur’an’dan alanlardı. Endülüs Mekteplerinde tahsil görmüşlerin talebeleri veya bizatihi çocukları… Kilisenin büyük ihtilalden sonra mağlup olmasıyla birlikte, Avrupa gençliğini yetiştirecek laboratuvarların başına materyalistler geçecekti. Tarihin bu geçiş sürecİni okuyucularımız az- çok duymuşlardır. Biz kendi içinde binlerce çelişki, isyan, yanlış ve hurafe ile dolu Materyalistlerin yanlışlarını, Maalesef 19. YYdan sonraki Avrupa’nın manevi baskısıyla tahkiksiz ve süzgeçsiz olarak mekteplere almışız. İşte, meselenin bam teli burada kopmuş. İki farklı sistemin çatışmasıyla (medrese – ile mektebin) birlikte maalesef garplılaşma ağır basmış. Yani Avrupa’nın semavi dinlere düşman tarzını (İkinci Avrupa) veya insan yetiştirme laboratuvar sistemini Osmanlıya, hilâfet devletinin imkânlarıyla taşımışız. En dindarlarımız, hamiyetperverlerimiz ve hatta şeriatçılarımız bile, ilmi olarak bu yanlışa itraz etmemişler. Bu garbî laboratuvarlarda yetişecek çocuklarımızın; fıtrat ile, İslâmiyet ile, temel ahlâki ilkeler ile ve bin senelik geleneğimizle kavgaya tutuşacaklarını kimse bize anlatmamış. En azından Asya’nın bu kahraman milletinin çocuklarının istidat ve kabiliyetleriyle tamamen ters bir “ terbiye ve talim” olduğunu, mütegallip medeniyete meydan okuyarak anlatamamışlar.
Geçen yazımızda insan fıtratına da değinmiştik. Fıtratın değişmez temel kanunlarından ve bu kanunların Kur’an ve hadis ile Asr-ı Saadetin Medinetü’n-Nebi laboratuvarında pratize edildiğini yazmıştık. Yani Avrupa’nın Endülüs üzerinden kurmaya çalıştığı laboratuvarın orjinali olan Medine ve Şam-ı Şerif’i bilemeyen zamanımızın mürebbi/mürebbiyeleri veya terbiyegerdeleri maalesef; semavi dinler ve ahlaklar karşıtı Avrupa’nın kurduğu laboratuvarlarda Müslüman Türkiye gençliğini yetiştirebileceğini zannediyorlar.
Dönüp tarihe bakalım; mektebin Osmanlıya gelişi… Ve sonra Birinci Dünya Savaşının şartlarından istifade eden mutlak diktatörlük ile; bin senelik medresenin ölümüyle birlikte Avrupa terbiyesinin tüm eğitim birimlerinde esas alınması… Ve daha sonra kısmi eğitim hürriyetiyle babalarımızın ve bizim çocuklarımıza verdiklerimiz… Bunların hepsi arşivlerde mevcuttur. Geçmişteki müfredatlarımıza ve kullanılan malzemeye baktığımızda yine Avrupalıların, insan yetiştirme laboratuvarlarında ”debelendiğimizi” göreceğiz. Ecdadımız korkak değildi, dümdüz insanlardı. Kompleksleri yoktu. Her şeyden önce milli kimliklerini ve hürriyetlerini esas almışlardı. Dini kullanarak dünya avına çıkmamışlardı. Söyleyeceklerini fıtrata uygunca ve şeffaf bir şekilde söylemişler. Asyalı Müslüman olmaları, onlar için belki de iftihar vesilesi olmuş. Kimliklerinde; dinleri, günlük hayatları, töreleri, tarihleri ve yaşadıkları medeniyetin özellikleri iç içe öyle kaynaşmış ki, o zamanın gençleri henüz çocuk iken geleceğin ufuklarını kucaklamışlar.
Şunu ifade etmek istiyoruz; bin senelik tarihimizle iftihar eden hamiyetkar pedagoglarımız öncelikli olarak Kur’an ve sünnet laboratuvarını da düşünmeliler. Materyalistlerin dinsizlik-ahlâksızlık ile yoğurdukları Avrupa’dan gelen bu malzemeden, bu terbiyeden ve iktidarlarını Avrupa’nın iki dudağı arasında zanneden müdahalecilerin başında bulundukları bir laboratuvardan ancak bu kadar çıkar…
Bizce önemli bu tesbit ve teşhislerden sonra, inşaallah bir sonraki yazımızda çareler üzerinde duralım…