Tenkit, “hak ve hakikat adına yanlışa müdahale” demektir. Allah adına tenkit, yani nehy-i ani’l-münkerdir ki, bir vazife ve ibadettir.
Gerçek tenkit, ilmî bir alt yapının mahsulü olup, aklî bir meseledir. Dolayısı ile böyle bir tenkit ile karşılaşan akıllı insanlar yanlışlarından öğrenerek daha da güçlenirler. Fakat bu olgunlukta olamayanlar ise öfkelenir ve nefsini avukat gibi savunmaya başlar.
Hakperest tenkit, yol gösteren, moral veren, yapıcı ifadeler içeren ve gerçek, samimi, dost ve kardeşlerin arasında olması gereken bir iletişim biçimidir. Gerçek dostluk ve muhabbetin gereği olan bu hakperest tenkit olmazsa bu sefer de “tecavüz etmeyen düşmana karşı” takınılması gereken “mümaşaat” hastalığına, yani ‘hoş geçinme, suya sabuna dokunmadan yaşama’ya dönüşür ki, bu da ehl-i imanın, ehl-i imana karşı takınacağı bir tavır değildir.
Tenkit, usul ve üslubu içerisinde elbette olacaktır. Zaten kemalâtın önündeki en büyük engellerden birisi de ‘her şeye ifrat derecede hüsn-ü zanla bakmak’tır. Fakat tenkidin temel saiki çok önemlidir. Rıza-i İlahî ve insaf olmazsa hem karşı tarafa tesir etmeyecek hem de çekememezliğe, anlaşmazlıklara, tartışma ve kıskançlığa neden olacağından tesanüdün en önemli tahrip edicisi olacaktır.
Konuyla alakalı olarak Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye adlı eserinde şöyle bir tespitte bulunur: “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkiti eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse.”
Bir işe, hizmete ya da bir olaya dışarıdan bakıp tenkit etmek kolaydır. Fakat işin içerisine girildiğinde ise çoğu kez meselenin hiç de öyle olmadığını kişi görecektir. Ta ki tenkit hastalığına tutulmuş olmasın.
Evet, insanlara, sizi eleştirmeleri için fırsat vermek gerekir. Siz vermeseniz de zaten sizi eleştirenler olacaktır. Burada belirleyici olan sizin bu tenkitlere bakışınızdır. İnsanın nasihate açık hale gelmesi, boynundaki akrebi gösterenlere teşekkür etmesi ruhî bir olgunluktur.
Burada bahsetmek istediğim esas mesele, hiçbir şey yapmayan, sorumluluk altına girmeyen insanların tenkitleridir. Konuyla alakalı olarak bir hikâye anlatılır:
Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Ustası, kendisinden, yaptığı son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koymasını istemiş. Ayrıca resmin yanına bir kırmızı kalemle, ‘insanlara resmin beğenmedikleri yerlerine kırmızı kalemle çarpı atmalarını’ belirten bir not bırakmasını söylemiş.
Öğrencisi ustasının dediklerini yaptıktan birkaç gün sonra resmine bakmaya gitmiş. Resminin her tarafının çarpılar içinde olduğunu görmüş. Ustası ona, devam etmesini, üzülmemesini ve yeniden güzel bir resim yapmasını istemiş.
Fakat bu kez resmin yanına palet dolusu çeşitli renklerde boya ve birkaç fırça koymasını söylemiş. Yanına da ‘insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmelerini’ istediğini belirten bir not iliştir demiş. Bir kaç gün sonra bakmış ki resme kimse dokunmamış.
Usta, ressama şöyle demiş; “İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşacağını gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karalar. İkincisinde onlardan müspet, yapıcı olmalarını istedin. Oysa yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemez.”
Hasılı, sorumluluk alan, iş yapan, hizmetin yükünü omuzlayan insanlar başkalarını acımasızca eleştirmezler. Doğruyu bilmeyen, yükün altına girmeyi göze alamayan kişilerin de ulu orta tenkitleri, yıkmak ve tahrip etmekten başka bir şey değildir.