"Gerçekten" haber verir 31 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Bir isyan ve Bediüzzaman



Muhabbet-i Muhammediye (asm).

Bediüzzaman’ın, hayatının her safhasında her hâli ile yaşamayı şiâr edindiği, herkesin yaşamasını istediği ve hayatı pahasına da olsa safiyetini muhafaza etmeye çalıştığı ulvî hasletlerden biriydi bu muhabbet.

Onun için Otuz Bir Mart hadisesinin arefesinde, 5 Şubat 1909 tarihinde kurulan İttihad-ı Muhammedi Cemiyetine girerek o mübarek isim altında bazı yanlış hareketlerin yapılmasına meydan vermemeye çalıştı.

Cemiyetin, Velâdet-i Nebevî (asm) vesilesiyle Ayasofya Camii’nde okuttuğu ve camiyi, bahçeyi ve çevresini dolduran yüz bin civarında insanın iştirak ettiği mevlid sırasında çevik bir hareketle müezzin mahfeline çıkıp dimdik ayakta durdu.

“Kabr-i kalbden hakâik çıplak çıktı. Nâmahrem olanlar nazar etmesin” diyerek gür bir sesle söze başladı. Zamanın siyasî, içtimâî, dinî meselelerini İslâmî bir bakış açısı ile değerlendiren ve dinleyenler tarafından çok beğenilen uzun bir konuşma yaptı.

Derviş Vahdetî’nin çıkardığı Volkan gazetesinde bu hususta yazdığı on beş kadar makalede, “Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar” gibi müessir ifadeler kullanarak ona ve adamlarına, iyi niyetle de olsa ifratkâr hâllerin Müslümanlara zarar vereceğini söyleyip mâkul hareket etmeleri gerektiğini hatırlattı.

Daha sonra Tanin, İkdam, Serbesti, Mizan, Misbah, Şark, Kürdistan gibi zamanın muteber gazetelerinde yazdığı yazılarda da mâkul, mutedil, muhakemeli hareket etmenin İslâm’ın icabı olduğunu anlatarak galeyanın eşiğine getirilen ahâliyi teskin etmeye çalıştı.

Ne var ki, bu çabalar mahdut mahallerde tesirli olduğundan isyanı durdurmaya yetmedi. Çeşitli iç ve dış mihraklar tarafından tahrik edilen bazı askerlerin ve sivil unsurların, 1909 yılının 12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece harekete geçmesi ile müessif hadiseler başladı.

Osmanlı Devleti’nde o zaman kullanılan Rumî takvime göre 31 Mart 1325 tarihinde çıktığı için ‘31 Mart İsyanı’ olarak adlandırılan hadise, ‘Şeriat isteriz’ diye bağıran isyancıların Sultanahmed’deki Meclis-i Mebusân binasını kuşatıp bazı kişileri öldürmeleri üzerine iyice büyüdü.

Hadiselerin kontrolden çıktığını gören Bediüzzaman, hareket mahallinde görünerek insanların zihninde isyana katılmış gibi bir kanaat uyandırmamak için şehirden ayrılıp Bakırköy taraflarına gitti.

Yolda, hadiseleri duyarak oraya doğru giden insanların, meselenin mahiyetini bilmediklerini anlayınca, onlara bu hareketin bir tertip olduğunu anlattı ve isyana iştirak etmemelerini söyledi.

İsyanın ikinci günü de hadiselerin seyrini dışarıdan takip eden Bediüzzaman, üçüncü gün yanına bazı âlimleri de alarak Harbiye Nezareti’ne gitti. Şeriat adına yapıldığı iddia edilen isyanın, aslında şeriata aykırı olduğunu anlatan müessir bir konuşma yaptı.

Onun, makul teşbihlerle akla yaklaştırıp anlaşılmasını kolaylaştırdığı imanî, Kur’ânî hakikatleri dinleyen sekiz tabur asker, isyana destek verme kararından vazgeçerek kışlasına çekildi.

Bediüzzaman’ın, isyancı askerlere hitaben yazdığı yazının ertesi gün Mizan, Volkan, Serbesti gazetelerinde yayınlanması üzerine, meselenin sadece şeriat istemek olmadığını, ardında başka maksatların yattığını anlayan ahâli de harekete mesafeli durmaya başladı.

Hadisenin duyulması üzerine, isyanı bastırmak için Selânik’ten gelen Mahmud Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu şehre hakim oluncaya kadar o bu tarz konuşmalar yapıp yazılar yazmaya devam etti.

Onun, herkes tarafından bilinip takdir edilen bu mutedil hareketine rağmen isyan bastırılıp sıkıyönetim ilân edildikten sonra isyancıların elebaşları ile birlikte o da hadiselere karıştığı iddiasıyla tevkif edildi.

Aralarında zamanın bazı meşhur isimlerinin de bulunduğu binlerce insanla birlikte Beyazıt’taki Bekirağa Bölüğü Hapishânesi’ne hapsedildi. Hapishânenin şartları çok kötü olduğu ve mahkûmlara ağır eziyetler edildiği hâlde o ne şartlardan etkilendi, ne de kendisine eziyet ettirdi.

Üç hafta kadar hapishanede kaldıktan sonra çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesinde idam talebiyle yargılanmasına rağmen adaleti tesis etmek için kurulan mahkemenin adaletsizliklerini anlatmaktan çekinmedi.

Onun merdâne tavrından ve pervasız sözlerinden rahatsız olan mahkeme başkanı Hurşit Paşa, benzer iddialarla asılan insanları göstermek istercesine bir süre pencereden dışarıya baktı.

“Sen de şeriat istemişsin?” dedi.

“Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adâlet-i mahz ve fâzilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil” diyerek cevap verdi. Ardından da şeriatın hakikatini anlattı, isyancıların aldatıldığı hususlara dikkat çekti. Hadise öncesinde, hadise sırasında ve sonrasında yaptığı hareketleri ve sebeplerini sıraladı.

“İttihad-ı Muhammediyeye (asm) dahilmişsin?” diye sordu paşa.

“Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle. Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimlerdir bana gösterin” diyerek o kudsî mensubiyeti de kendi tarif ettiği şekliyle sahiplendi.

Sonra hitabını umumîleştirdi ve “Ey paşalar, zabitler! Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnat olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehit sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlûmiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır” diyerek başladığı müdafaasında bütün ithamları reddedip iddiaları çürüttü.

Bunu yaparken, hareketlerinin doğruluğunu anlatarak şahsını kurtarmaya çalışmaktan ziyade, İslâm’ın temel hükümlerini esas aldı ve bir bakıma bütün maznunların haklarını müdafaa etti.

Böylece tutuklu kalıp muhakeme edildiği bir ayı aşkın zaman içinde sorgu heyeti tarafından çok zorlandığı hâlde, yaptığı bütün hareketlerin ve söylediği sözlerin doğruluğunu onlara da kabul ettirerek idam talebi ile girdiği mahkeme salonundan beraat kararı alarak çıktı.

Bu kararı verenlerin ve serbest bırakanların, kendilerine teşekkür etmesini beklediklerini hissettiği hâlde kimseye teşekkür etmeden ayrıldı mahkeme salonundan ve hapishâneden.

Dışarıda; arkadaşlarından, dostlarından, talebelerinden ve diğer mahkûmların yakınlarından müteşekkil büyük bir kalabalığın kendisini beklediğini görünce aralarına katıldı.

Maksadı, Beyazıt Meydanı’nı dolduran heyecanlı kalabalığı sakinleştirmek, idam edilmesi beklenen mahkûm yakınlarını da tesellî etmekti. Fakat Hareket Ordusu muhafızları dağılmaları için müdahale etmeye kalkınca kızdı.

“Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye haykırdı.

İnsanın idrakini donduran bu hitabın asıl muhatabı oradaki emir kulu askerler değil, isabetsiz siyasî kararlar alan basiretsiz idareciler ve onlara o merhametsiz emirleri veren kumandanlardı.

Bu haklı haykırış, etrafındaki insanları galeyana getirmeye yetti. O, her zaman olduğu gibi yine kalabalığa hakim olduğundan hiçbir fiili taşkınlığa meydan vermedi. İnsanlar da infiallerini, onun gibi haykırarak ifade ettiler.

Bediüzzaman, zalimlerin zulümlerini yüzlerine karşı söylemek istercesine aynı şekilde haykırarak Beyazıt’tan Sultanahmed’e doğru yürüdü. Kalabalık da onu takip edince Âsitâne semâları uzun süre o gür sada ile çınladı.

“Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!”

Bediüzzaman, ‘Milliyeti yalnız İslâmiyet bildiği ve her şeyi İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ettiği için’ yapılmak istenen isyanı, Müslümanlara isnad etmeyi İslâm’a bühtan olarak kabul etti.

Ayrıca, açılan dâvâyı, yapılan ithamları ve haksız yere verilen ağır cezaları Meşrûtiyetin geleceğine vurulan bir darbe olarak değerlendirdiğinden serbest kaldıktan sonra da meselenin peşini bırakmadı.

İkinci gün, mahkeme başkanı Hurşit Paşayı muhatap aldı ve müdafaasında ifade ettiği ‘on bir buçuk cinayeti’ tamamlayıcı mahiyette, umuma hitap eden ‘on bir buçuk’ soru sordu.

“Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi Meşrûtiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine ism-i Meşrûtiyet altında olan muannit istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?”

Siyasî ve içtimâî meseleleri nazara verdiği bu gibi sorularda, ‘Bir musibet-i azime’ diye tavsif ettiği hadiselere İttihad ve Terakki Cemiyetinin adaletsiz idaresinin sebep olduğunu anlatıp bir çok insanın suçsuz yere yargılandığını söyledi.

On bir buçuk maddeden ibaret olan bu sorular, verdiği beraet kararı ile onun mahkemede yaptığı müdafaayı takdir ettiğini gösteren mahkeme heyetini biraz daha insafa getirmiş olmalı ki, idamla yargılanan elli altmış kadar mahkûm daha serbest bırakıldı.

Bediüzzaman’ın; isyana mâni olmak için gösterdiği gayretler kadar, mahkemede yaptığı müdafaa, akabinde sergilediği merdâne tavır ve sorduğu cevap mahiyetindeki sorular da cemiyette takdirle karşılandı.

Aralarında bazı meşhur isimlerin de bulunduğu pek çok insanın, onun yaptığı müdafaanın metnini okumayı arzu ettiğini gören Ahmed Ramiz isimli talebesi müdafaayı kitap hâlinde neşretmek istedi.

Yaptığı müdafaada üç beş kişilik mahkeme heyetinden ziyade devlet adamlarına, siyasî kadrolara, umeraya, ulemâya, üdebaya, ahâliye seslenen ve geleceğe ait mühim mesajlar da veren Bediüzzaman, sözlerinin hitap sahasının genişleyeceğini düşünerek bu talebi makul karşıladı.

Müellifinin, ‘İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnâmesi veya Divan-ı Harb-i Örfi’ adını verdiği esere Ahmed Ramiz de nâşiri sıfatıyla bir takdim yazısı yazdı ve neşir hazırlıklarına başladı. İçtimâî karışıklıklar biraz sakinleşince yaşadıklarının bir muhasebesini yapan Bediüzzaman, büyük ümitlerle geldiği İstanbul’da kaldığı iki seneyi aşkın zaman içinde, geliş sebebini gerçekleştirmeye matuf pek bir netice alamadığı kanaatine vardı.

Dersaadetin siyasî havasını ‘Gelin libası giymiş âcûze-i şemtâ!..’ teşbihiyle hicveden Bediüzzaman, içtimâî hâdiseler böyle devam ettiği takdirde kendisi için neticenin değişmeyeceğini anlayınca İstanbul’dan ayrılıp Şark’a dönmeye karar verdi.

Bu kararının İstanbul’daki dostları, talebeleri ve siyasî muhatapları kadar kendisinden çok şey bekleyen Şarktaki insanları da şaşırtacağını bildiği için sebebini o günlerde neşredilen eserinde ifade etti.

“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsait bir zemin ise; herkes şahit olsun ki, o saadetsaray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahal-i ağraza bedel, vilayât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum.

“Zîra bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalp, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.”

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ramazan orucunun hikmetleri (2)



Biz her şey için, her şey için ve her şey için Yüce Allah’a karşı sadece şükür borçluyuz. Öyle ki, her isteğimiz karşılanıyor. Her ihtiyacımız görülüyor. Her derdimiz derman buluyor. Her duâmız cevap buluyor. Her dileğimize bakılıyor. Her acımıza inâyetle çare yetiştiriliyor. Gözümüz yollarda bırakılmıyor. Elimiz boş çevrilmiyor. Gönlümüz cevapsız terk edilmiyor. Hayatımız her saniye şefkatle ve ilgiyle kucaklanıyor.

Mübârek Ramazanın orucu ile Allah’ın nimetlerinden kısmen, yani belirli bir süre el etek çekmekle, Allah’ın nimetlerinin kıymetini çok iyi anlıyoruz. Allah’ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu çok iyi kavrıyoruz. Olmasaydı, olmayacaktık derecesinde! Verilmeseydi, yaşamayacaktık ölçüsünde! Ekmeksiz, susuz, midemizin isyanlarına bakılmadan, ciğerlerimizin yangınına cevap verilmeden hayatımızı düşünmek bile mümkün değil! O halde şükürsüz hayat nasıl mümkün olabiliyor? Bu insan kadir kıymet bilmez bir yaratık mı? Teşekkürsüz bir hayatı insanlar arasında düşünmek bile tek kelimeyle vahşet! Ya Allah’a karşı şükürsüz yaşamak, ne kadar vahşet, ne kadar kabalık, ne derece dehşet olduğu açık değil mi?

Ramazan Risâlesinin İkinci Nüktesinde Bedîüzzaman Hazretleri, Ramazan orucunun Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı ciheti nazara veriyor. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, çok kıymettâr olan o nimetleri elinden aldığımız tablacıya bir bahşiş verdiğimiz halde, asıl mal sahibini, asıl göndericisini, asıl yaratıcısını tanımamak, görmezden gelmek ve yok saymak sonsuz derece akılsızlıktan başka bir şey değildir! Nitekim Cenâb-ı Hak hadsiz nimetlerini, tam zevkimize göre cins cins, tür tür, çeşit çeşit, her mevsimde ayrı ayrı olacak şekilde yer yüzüne yaymış ve sermiştir. Tabiîdir ki, o nimetlerin karşılığında şükür istiyor. O nimetlerin görünen sebepleri ise, yani bize getiren aracılar ve eller ise tablacıdan başka bir şey değildir. Oysa tablacılara, bize getiren ellere, aracılara, üreticilere, bir fiyat vermeden, onlara minnettâr olmadan, onlara teşekkür etmeden, onları yok sayarak almıyoruz! Hattâ müstahak olmadıkları pek çok hürmeti ve saygıyı gösteriyoruz. Halbuki o nimetleri hakikî veren, yaratan, halk eden, sırf bizim için var eden, yokluk göstermeyen, darlık göstermeyen Allah (cc), o nimetler vasıtasıyla, o aracılardan ve sebeplerden hadsiz derece daha fazla şükre lâyıktır!

İşte Allah’a teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını tam hissetmekle mümkündür. Ramazan-ı Şerifteki oruç da bize bunu sağlıyor! Hakîkî, hâlis, içten, riyâsız, gölgesiz, gösterişsiz, samîmî, kapsamlı ve geniş bir şükrün anahtarını bize veriyor.

Çünkü bu insanlar sâir vakitlerde mecburî olarak aç ve susuz bırakılmazlarsa, hiç aç kalmadıklarından, hiç susuzluk nedir bilmediklerinden, nimetlerin yüksek ve hayatî kıymetini bile fark etmiyorlar, anlamıyorlar! Onlarsız olur zannediyorlar! Olmadığını görmeleri gerekiyor! Meselâ bir parça kuru ekmek, dâimâ tok olan zenginin gözünde nimetten bile sayılmıyor! Oysa onda yüksek bir nimet derecesi vardır. Bunu ona göstermek gerekiyor ve hissettirmek gerekiyor.

Halbuki o kuru ekmeğin bir mü’minin nazarında çok kıymettâr bir nimet olduğuna iftar vaktinde dili şahitlik ediyor. İşte Ramazan-ı Şerifte padişahtan en fukaraya kadar herkes, o nimetlerin kıymetlerini anlamakla mânevî bir şükre mazhar oluyor.

Sonra; Bedîüzzaman’a göre, gündüzde yemek ve içmekten alıkonulması cihetiyle insan şunu tam anlıyor ki: “O nimetler benim mülküm değil! Çünkü ben onları yemek ve içmekte hür değilim! Demek, başkasının malıdır! Başkasının verdiği şeydir! Eğer gerçekten benim mülküm olsaydı kimse beni onları yemekten ve içmekten alıkoymayacaktı! Kimse elimi tutmayacaktı! Şu baş döndüren açlığa karşı kimse beni onlardan vazgeçiremeyecekti! Oysa ben onları yemek için emir bekliyorum! Ferman bekliyorum! Onları, gerçek sahibi olan Allah’ın adıyla yiyebileceğime dâir yüksek sesle yapılacak ilânı, Allah’tan gelecek izni ve müsaadeyi bekliyorum! Demek onlar Allah’ın mülküdür!”

İşte Ramazan-ı Şerif orucu bu cihetiyle hakîkî insanlık vazifesi olan şükrün anahtarı hükmüne geçmektedir.1

Dipnot:

1- Mektûbât, s. 388

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

İnsanlar huzuru arıyor



Hasta asrın hasta insanları çare arayışında... Bedbaht asrın, bahtsız ve bedbin insanları huzuru arıyor... Korkunç ve dehşetli asrın mütehayyir, fakat çaresiz insanları şifabahş reçetelerin peşinde... Dünyanın cezbedici fakat aldatıcı metaları, insanları kendine çekerek, boğucu girdaplara doğru sürüklüyor... Dünyanın zehirli bal hükmündeki zevk ve eğlenceleri, sonu hüsran ve nedamet olan çıkmazlara hapsediyor...

Kimisi huzur ve kurtuluşu, dünya metâında arıyor... Servet, para, pul peşinde koşturanlar oluyor... Bunlara eriştiği halde özlemini çektiği huzur ve sükûnu bulamamanın şaşkınlığıyla başka arayışlara yöneliyor.

Lüks villalara kavuşan, hayal ettiği son model arabasıyla tatil beldelerinde keyfince—sözde—hayatın tadını çıkardığını zanneden insanlar, yakalamaya çalıştıkları huzur ve sükûnu yine bulamamanın şaşkınlığıyla yaşamaya devam ediyorlar.

Bu asrın hasta ve mütehayyir insanları giriftar oldukları dert ve sıkıntılardan kurtulmak için hep yanlış kapıları çaldı, hep sonu uçurum veya bataklık olan yolların yolcusu oldu. Çoğu, bu yolun çıkmaz yol olduğunu veya bataklık olduğunu geç de olsa anladı. Bu perişan vaziyetten çıkmak istedi... Lâkin her taraf zifiri karanlık, doğru yolu gösterenler de yok gibi...

Bu mariz asrın bazı hasta insanları da çareyi içki ve uyuşturucu da aramaya koyuldu. Geçici de olsa stres ve sıkıntılarından kurtulmak için duygu ve hislerini iptal ederek içki, kumar ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara yöneldi. Akıl ve şuuru devre dışı bırakan kalp ve ruhu öldüren bu gibi alışkanlıkların da hiçbir derde deva olmadığını gören bu asrın perişan ve alil insanı, çare arayışlarına devam ediyor.

Huzur ve mutluluğu çok uzaklarda aramaktan yorulan bu insanlar, huzur ve sükûnun, hemen yanıbaşlarında olduğunu bir görebilseler... Daha doğrusu dûçâr oldukları hastalığı bir doğru teşhis edebilseler... Bu işin manevî boyutunu görebilseler, gerisinin kolayca geleceğini bilirlerdi.

Bu dehşetli asrın dehşetli ve sârî hastalığı manevî hastalıktır. Bu asır insanını streslere, sıkıntılara, depresyonlara düşüren en belirgin sebep manevî boşluktur. Kalp ve ruhların dünyevîleşerek maneviyattan uzaklaşmasıdır. İnsanları her türlü huzursuzluklara ve mutsuzluklara sokan da, manevî boşluk dediğimiz dinî bir yaşantıdan uzak kalmaktır.

Halbuki kalp ve ruhun besleyici gıdası manevî değerlerdir, Kur’ân’dır, sünnet-i seniyyedir. Abdesttir, namazdır, ibadettir, taattir... Maddî hastalıkların ilâcı maddî olduğu gibi manevî hastalıkların ilâcı dahi manevîdir.

Bu asrın huzur arayan, mutsuz insanı, aradığını bulmak için, yanlış yerlerde yanlış kapıları çalmayı bırakıp Kur’ân’a yönelmeli, sünnet-i seniyyeye kulak vermeli. En sağlıklı, en kolay tedavi şekli buradadır.

Geçenlerde bazı sıkıntı ve streslerinden muzdarip olan bir yakınım bir çare arayışı içinde psikoloğa gitti. Gittiği psikolog da manevî değerlere aşina ve bu meyanda dindeki telkin ve tavsiyelerin tesirli gücüne inanmış olmalı ki, dinî ağırlıklı, sünnet-i seniyye ışığında telkin ve tavsiyelerde bulunmuş. Daha sonraki görüşmelerde de Risâle-i Nur’dan psikolojik tedavilerde bulunmuş.

Bu tavsiyeler doğrultusunda tedavi seanslarına devam eden yakınım, Allah’ın izniyle şifâ buldu. Bütün hastalarına böyle duâ ve Bediüzzaman’ın Risâlelerdeki orijinal tavsiyeleri çerçevesinde tavsiyede bulunan bu psikoloğun, mesleğinde önemli başarılara imza attığını öğrendik.

Evet görünen o ki, bu asrın yaygın ve tehlikeli hastalıklarından olan ve bir çok insanı mutsuzluğa sevk eden stres ve depresyon gibi rahatsızlıkların çaresi dinî bir yaşantıda. Bunun böyle olduğunu psikologlar da söylüyor.

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Millî şairimiz ve Müslüman kadın



İSTİKLÂL Marşı’nın yazarı olmasından dolayı “Millî Şairimiz” olarak da bildiğimiz Mehmet Akif Ersoy’un İslâm’da kadının hakları ile ilgili tesbitlerini şiirlerinin satır aralarında sıkça görmek mümkündür. Şurası bir gerçek ki bugün gündemden düşmeyen Müslüman kadının kimliği tartışmaları 100 yıl önce Osmanlı aydınları arasında hayli hararetli fikrî tartışmalara sebep olmuştur. Şüphesiz Akif’in bu tesbitleri daha ayrıntılı ayrı çalışmaların konusudur.

Dikkatimi çeken ve şaşırtan, onun Müslüman kadın konusunda bir kitabın da çevirisini yapmış olması…

***

Mısırlı âlim Muhammed Ferid Vecdi’nin (Müslüman Kadını) “el-Mer’etü’l-Müslime” isimli kitabını Mehmet Akif dilimize tercüme eder. Kitap yine bir Mısırlı bilim adamı olan Kasım Emin’in (Modern Kadın) “el-Mer’etü’l-Cedide” isimli kitabına reddiye olarak yazılmıştır.

Kitabın önsözünde Mehmet Akif şunları söyler:

“Müslüman kadınların erkekten kaçmasını Batılılar öteden beri dillerine dolamış iken son zamanlarda bu âdet Şarklıların da hoşuna gitmeye başladı. Bizim kadınlarımız da Batılı kadınlar gibi olsa, erkeklerle bir arada yaşasa, evlerde kapanıp kalmasa da sanayi ve üretime katılsa gibi temenniler birçok ağızdan işitilir oldu….

“Vaktiyle Mısır’da da aynı mesele meydana çıkmış, tesettürün lehinde ve aleyhinde yazılar yazılmıştı. Biz o zaman Ferid Vecdi’nin müdafaasını görüp tercüme etmiştik. Yalnız matbuâtımızın hali o zaman böyle ictimâî bir eseri yayınlamaya müsait olmadığından hürriyet devrinin gelişini beklemiştik…”

***

Akif’in tercümesi önce Sırat-ı Müstakim sayfalarında dizi olarak neşredilir, ardından talep üzerine kitaplaştırılır. Özlemle beklediği hürriyet devrinde esen rüzgârlar onu Mısır’a savurur. Ömrünün son yıllarını orada vatan hasreti içinde geçirir. Ağır hastalığı geri dönmesine vesile olsa da kısa bir süre sonra vefat eder. (1936)

Akif’in tercüme ettiği bu kitaptan zaman zaman alıntılar yapacağız. Rabbimizden ruhuna rahmetler indirilmesini temenni ederek son satırlarımızı onun bir dizesiyle bitirelim:

“Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne…

Acırım tükrüğe billâhi tükürsem yüzüne

Demiş olsaydı eğer ‘Kızlara mektep lâzım, şu kadar vermelisin’ kahrolayım kaçmazdım.

Elverir sardığımız bunları halkın başına

Ben mezarımda huzur istiyorum anladın a!” ( Safahat, Süleymaniye Kürsüsünden)

Ruh güzelliği uzun vadelidir!

Gerçek güzelliği sorgulayan kampanyası ile dikkati çeken Dove, on ülkeden 3000 kadınla görüşerek bir araştırma yapmış. “Güzellik hakkındaki gerçekler nelerdir? Kadınlar gerçek güzelliği nasıl tanımlıyor? Hayatlarında nasıl konumlandırıyor?” gibi sorular var araştırmada.

2005 yılında yapılan araştırmaya göre yüz kadından sadece 2’si kendini güzel buluyor. 98 tanesi kendini çirkin buluyor.

(Bediüzzaman Hazretlerinin Tesettür Risâlesinde verdiği ‘on kadından altısı yedisi ihtiyarlığını çirkinliğini başkasına göstermek istemez’ tesbiti on kadından üç dört tanesinin kendini çirkin ihtiyar kabul ettiğini göstermekte. Yani o bu konuda çok iyimser! )

Sefih medeniyet daha oyun döneminde çocukların zihnini sahte güzellik kavramıyla doldurursa bu neticeye neden şaşalım ki! Barbie bebekler, çizgi filmler, çizgi romanlar hep belli bir “ideal kadın modelini” bilinçaltına kazımakta değiller mi? Neticede cilt bakımıyla uğraşmayı hedef alan, ruh bakımını en iyi ihtimalle listenin sonlarına bırakan nesiller yetişmekte.

“Hedefe ulaşmak için her yol denenir!” mantığı bugün olduğu gibi tarihte de görülmüş. Güzel görünmek uğruna neler yapılmamış ki!

Sözgelimi Firavun Hanedanlığından Cleopatra güzelliği için deve sütünde yüzermiş. 16. yüzyılda vampir Kontes olarak bilinen Elizabeth Bathory güzellik için genç kızların kanını kullanırmış. Hindistan’ın eski başbakanı Morarji Desai’nin güzellik iksiri de her sabah kendi idrarını içmekmiş! Birkaç yıl önce gençlik uğruna yeni doğan bebeğinin göbek bağını yemekten bahseden ünlü (!) Batılı sanatçıyı da unutmayalım.

Vücudunun dış bakımıyla uğraşmaktan, iç dünyasına duygularının bakımına vakit ayıramayan bir dolu insan var.

Oysa ki, ruh bakımı uzun vadeli bir mutluluğun garantisi. Buna rağmen onca sıkıntıya gönüllü talipkâr olmak sizce akıl kârı mı?

Karma eğitim terk ediliyor!

Eylül ayı ile birlikte, eğitimde yeni bir dönem de başlamak üzere. Anne babalar, Ramazan ayının hazırlıkları yanında okul telâşesi için de koşuşturuyor.

Özellikle lise döneminde gençlerde anlık hisler hâkim olduğundan öfke ve şiddet gösterileri sıkça yaşanmakta. Son yıllarda okullarda işlenen suçların sayısı hiç de az değil.

Bunda karma eğitimin payının da olduğunu hiç düşünmüş müydünüz?

Kız ve erkek liselerinin ülkemizde sayıları çok az. Açıkçası “çağdaş eğitim” adına kızların ve erkeklerin ayrı mekânlarda eğitim alması pek de teşvik edilmiyor.

Oysa durum ABD’de çok farklı. Karma eğitimin özellikle liselerde birçok probleme sebep olduğunu tesbit eden ABD hükümeti ayrı sınıflar açılmasını teşvik ediyor. Georgia Eyaletinde uygulamalara başlanmış bile.

ABD’de yapılan araştırmalar kız ve erkek çocukların ayrı mekânlarda, sınıflarda yer almasının bir çok faydalı neticelerini gözler önüne sermiş. Eğlence, kavga, suç işleme, taciz, ergen anneler gibi bir çok menfî neticenin en az seviyede olduğu tesbit edilmiş.

Ne diyelim darısı başımıza!

On bir ayın sultanı

Ramazan-ı şerifinizi tebrik ediyor, ülkemize, İslâm âlemine huzur ve bereket getirmesini diliyoruz.

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Şehit sınıf arkadaşlarım



1998 yılındaki “Denizkurdu 1” tatbikatından sonra birçok bahriyeli arkadaşım gibi ben de sarsıldım. Sınıf arkadaşım Deniz Kıdemli Üsteğmen Arif Ekmekçi’nin şehit olduğu haberini almıştık.

Kaptan babasının aşıladığı deniz sevgisiyle büyüyüp Sualtı Taarruz Komandosu (SAT) olan Arif Ekmekçi’nin Karadeniz’in derinliklerine gömülen cesedi, tam 15 yıl sonra bulundu. Adeta “Ölümüm denizden olsun, neticede geniş bir kabirdir” dercesine şehadet şerbetini içmişti.

Yıllar sonra yapılan cenaze töreni ile sınıf arkadaşım Arif, şehitlikteki istirahatgâhına defnedilmişti.

Arif ile aynı gemide iki yıl birlikte görev yapmıştık. O, gemideki görevini bırakıp daha zor olan SAT komandosu olmayı, kafasına koymuştu bir kere. Cenâb-ı Allah’tan rahmetini ve mağfiretini esirgememesini niyaz ediyorum.

Bizim sınıfın ilk şehidi Arif değildi. Bora Gürgan isimli bir başka sınıf arkadaşım da erken yaşta kanser hastalığından vefat etmişti.

Bora ile Gölcük’teki Orduevinde bekâr subaylara tahsis edilen odada kalmıştım. Çok mütevazi bir kişiliği ve dost canlısı bir karakteri vardı. Fakat onun bir özelliğini aradan 26 yıl geçmesine rağmen asla unutmadım.

Bahriye Mektebinin ilk yılında Ramazan ayı oldukça problemli başlamıştı. Okulumuzda misafir öğrenci olarak bulunan Libyalı öğrencilere iftar ve sahur yemeği çıkarıldığı halde Türk öğrencilere oruç yasağı konulmuştu. Buna rağmen ben ve Bora’nın da bulunduğu 15 arkadaşım oruç tutmaya karar vermiştik.

İftar saati geldiğinde elimizdeki birkaç parça yiyeceği bir araya getirir, teneffüshanede yaptığımız çayla birlikte âfiyetle yerdik. Yasakları deldiğimiz için mi, ya da doğruluğuna inandığımız değerlere sahip çıktığımız için mi bilemiyorum fakat hayatım boyunca en çok zevk aldığım Ramazan ayını o zaman geçirmiştim.

Ertesi yıl, yeni okul komutanı ile birlikte bu anlamsız oruç yasağı kaldırılmış diğer arkadaşlarımla beraber güzel bir Ramazan ayı geçirmiştik. Bu güzel uygulama birkaç yıl daha devam etti. Fakat bizim sınıf mezun olduktan sonra yine yasakçı zihniyet ortaya çıkmış, oruç tutan öğrencilere yasaklar konulmuştu.

Fakat bu dönemde uygulanan yasak daha ağırdı. O sırada öğrenci olan bir subay arkadaşım çok üzülerek yaşadığı olayları anlattı. Güya oruç yasak edilmemişti, fakat yemekhaneye girme mecburiyeti getirilmişti. Oruç tutan öğrenciler yemekhaneye girmediği takdirde ceza alıyorlardı. İftar saati yemek saatinden birkaç saat sonra olduğu için yemek yiyemedikleri yetmiyormuş gibi bir de oruçlu iken guruldayan mide ile yemekleri seyrediyorlardı.

Şimdi nasıl bir uygulama var, bilemiyorum. Fakat yetkilerini kötüye kullanan bazı yöneticiler sayesinde insanlar çok hikmetli Ramazan ayının güzelliklerinden istifade edemiyorlar. Belki bizim yaptığımız gibi haksız yasaklara direnerek daha fazla sevap kazanabilme imkânları var ama bu yasaklar niçin konulur hâlâ anlayabilmiş değilim.

İşte diğer bir sınıf arkadaşım Arif gibi bir bir ölümün kıyısında dolaşıyoruz. Ölüm piyangosunun ne zaman hangimize çıkacağı belli değil. Yıllar önce Bora ve daha sonra Arif’in gittiği yere, hepimiz gideceğiz. Onlar şanslı, zira görevi başlarında ve vatanı korurken öldüler. Şehitlik rütbesine ulaştılar. Bizim ne zaman ve ne şekilde öleceğimizi Allah bilir. Fakat Cenâb-ı Allah’tan en büyük dileğim, imanla, yani Ona ve bize yüce dinimizi tebliğ etmekle görevlendirdiği Hazret-i Peygamber’e (asm) inanarak ölmeyi nasip etsin.

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ramazaniye



Risale-i Nur’un ilk muhataplarının, ihtiyaca göre parça parça yazdırılan her bir risale elle çoğaltılmak ve bilâhare defaatle derinlemesine okunmak üzere kendilerine ulaştığındaki hissiyatlarını dile getirdikleri Barla mektupları, bugün eserlere muhatabiyet noktasında da genel bir problem olarak yaşadığımız ülfet perdesini yırtmamıza yardımcı olacak çok güzel irşadî mânâ ve mesajlar ihtiva ediyor.

O zaman öyle bir manevî atmosfer var ki, yazılan her bir yeni risale adeta iple çekiliyor. Ve özellikle, “Nurun birinci talebesi” Hulûsi Beyle “Hulûsi-i Sâni“ Sabri Efendi, sualleriyle birçok yeni risalenin telif edilmesine vesile oluyorlar.

Üstadın Barla Lâhikası’na yazdığı mukaddemede ifade ettiğine göre, “ahirdeki Sözler” ile “ekser Mektubat”ın yazılmasına en mühim sebep, “Hulûsi Beyin gayret ve ciddiyeti” olmuş.

Mektubat’ın üçte birlik kısmını teşkil eden ve Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi olarak bilinen On Dokuzuncu Mektub’un yazılmasına sebep de, “Sabri Efendinin samimî ve ciddî iştiyakı” imiş.

İşte Kur’ân’ın bu çağa dersi ve mesajı olan Risale-i Nur’un telifinde böyle bir muhatabiyet gerçeği de var. Ve bizim de Risale-i Nur’u okurken böyle bir samimî gayret, ciddiyet, dikkat ve iştiyak içinde olmaya çalışmamız lâzım ki, hem eserlerden istifade derecemiz yükselsin, hem de Üstadın yine aynı mukaddemede “talebelik, kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası” olarak zikrettiği vasıflarda terakkî ve tekâmül edebilelim.

Bu üç hassayı bir başka yazıya bırakarak, arefesini idrak etmekte olduğumuz Ramazan’la ve Ramazan Risalesiyle ilgili bir mektuba geçelim.

Mektubu yazan, “ikinci Hulûsi” Sabri Efendi.

Nurları düşünüp, pek çok hakikat ve hikmetleri ihtiva ettiğini gördüğünü ifade ettikten sonra, rahmet ve mağfiret ayının ibadetlerinden olan oruca ait bir mevzu açılmadığından bahisle, Üstada bu husustaki talebini iletmeyi düşündüğünü, ama bir sebebe binaen vazgeçtiğini anlatan Sabri Efendi, beklediği eserin o sırada Ramazan-ı Şerifin Cumartesi’ye tekabül eden onuncu günü saat on bir buçukta kendisine ulaştığını ifade ediyor.

Ve Üstada söylemediği halde talebinin bu şekilde cevap bulmasını yorumlarken, söz konusu risalenin kendisine şu mesajı verdiğini söylüyor:

“Senin kalbindeki hafî (gizli) bir arzu ve hissin, bizim levha-i manevîmizde gayet büyük harflerle yazılıdır ki, işte is’af edildi (karşılandı).”

Hoca Sabri Efendi bu manevî ikram karşısındaki duygularını da “Ruhumun mühim bir ihtiyacını temin eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniye’yi alarak, Kur’ân-ı Azîmüşşanı inzal Edene secdeler ve Nurlar dellâl-ı âzamına teşekkürler ile, borçlu olduğum dua-i fâzılanelerine müdavim bulunduğumu arz eylerim” ifadeleriyle dile getiriyor ve “her bir nüktesi namütenahi hikmet ve hakikat müjdelerini hâvi, dokuz nükteli” Ramazaniye Risalesini hemen o gece “kemal-i fahr ve sürurla (iftihar ve sevinçle) yazdığını” ifade ediyor.

Sabri Efendi Ramazan Risalesi’ni böyle bir ulvî coşkuyla karşılayıp, diğer eserler gibi, çölde susuz kalmış bir yolcunun suya kavuştuğunda kana kana içmesini andıran bir iştiyakla sahiplenirken, Hulûsi Bey ise uzak mesafede bulunması sebebiyle bu risaleye gecikmeli bir şekilde, Ramazan bittikten sonra kavuşabiliyor (s. 122-3).

Ve “Gönül arzu ederdi ki, keşke bu âlî eser, bu Ramazan’dan evvel elimize geçmiş olsaydı” diye hayıflandığı söz konusu risalenin muhtevası hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor:

“Kur’ân’ın has dürbünüyle bakılmak suretiyle, Ramazan’ın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun.” (s. 149)

Nurun ilk muhataplarının türlü imkânsızlık, zorluk ve baskılar içinde böyle bir heyecanla muhatap olup, her bir satır, kelime ve harfini ruhlarına nakşedercesine okudukları risaleler ve Ramazan Risalesi hepimizin elinin altında. Ve tarafımızdan aynı hissiyatla okunmayı bekliyorlar...

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yalpalama… (2)



ÖZELLİKLE “ciddî ihtar”lı “kapatmama kararı” sonrası siyasî iktidarın demokratikleşme ve özgürlüklerden sakındığı artık saklanmıyor bile. Bu durum bizzat iktidar partisi ve hükûmet sözcülerince âdeta itiraf edilmekte.

Hükûmetin, AB müzâkere sürecinde yapılması gereken ve özellikle temel hak ve hürriyetlerle din eğitimi ve öğretimi hakkını esas alan “reformlar”dan kaçınması, bunun bir işâreti. Bundandır ki iktidar partisinde baştan beri görülen fay hattı kırılması daha da sarsmakta. Bu yüzden demokratikleşme ve özgürlüklere dair düzenlemelere mesâfeli durmakta...

Bilindiği gibi AKP, evvela seçim beyânnâmesinde, “âcil eylem plânı”nda taahhüd ettiği YÖK yasasını çıkarmaktan caydı. Başbakan’ın tâlimatı üzerine Ceza Kanununda zinanın suç sayılmasını geri çekti. 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”nı kaldırmasına yanaşmadı. Evinde komşu ve akraba çocuklarına meccânen Kur’ân derslerini verenlere “izinsiz eğitim”den dolayı hapis cezasını öngören maddeyi ceza yasasına soktu.

Keza içinde imam hatip liselerinin de bulunduğu her yıl binlerce meslek lisesi mezununun üniversiteye girişteki katsayı haksızlığını gidermedi. Yasadışı başörtüsü yasağı konusunda da Başbakan sâdece mağdurlara ve âilelere “teselli telefonu”yla kaldı. Kırılmalara yenileri eklendi…

İKTİDAR, DEMOKRATİKLEŞMEDEN

KAÇINIYOR…

Ancak “uyarılı kapatmama kararı”nın ardından kırılma o denli derinleşti ki, siyasî iktidar bilhassa inanç ve ibâdet hürriyeti ile din eğitimi ve öğretimini gündeme getirmeyi âdita yasakladı. O denli ki bunu “hükûmeti zora sokmak” ve “partinin kapatılmasına fırsat verdirmek” ve hatta “partiyi kapattırmak” olarak telâkki etti.

Bu sebeple Başbakan her ne kadar “tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmeyiz” dese de, iktidar partisi, resmî evrakta sahtecilik, zimmet, dolandırılıcılık ve ihâleye fesat karıştırmak türü suçların üzerine gitmiyor, yolsuzluk iddialarıyla ilgili ya suskun kalıyor ya da birkaç beylik lâflarla geçiştiriliyor.

Başbakan’ın, “rüşvetçileri aramızda barındırmayız” sözüne rağmen, milyon dolarlık rüşvet ve rant iddialarıyla partinin “dişlilerini” bozmakta; ancak ne garip ki hâlâ “ilgisiz” kalınmakta…

Oysa partinin Merkez Yürütme Kurulu üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı bir milletvekilinin tamamen AB ülkelerindeki uygulamayı esas alan ve Anayasa’nın devlete yüklediği “âilenin ve gençliğin korunması” görevinin ifâsına yönelik genel ahlâkın korunmasını amaçlayan “gençleri koruma yasası” teklif taslağı, daha Meclis’e verilmeden bizzat Başbakan ve partisi tarafından derhal engelleniyor. Hem de uyuşturucu kullanımının ilk okul seviyesine indiği ve Google’in dünya arama motoruna Türkiye’nin en çok “porno” yazan ülke olarak “pornoda şampiyon” olduğu bir esnada…

“Şarap uzmanı” bir köşe yazarı çıkıp Başbakan’ın eşini alıp Boğaz’daki içkili restorana gitmesini ve içki içmezse de eline bir bardak alıp yan masaya “kadeh kaldırması”nı tavsiye ediyor; çok geçmeden Başbakan’ın “tavsiye”den iki gün sonra Rumeli Kavağı’nda âilesiyle içkili bir balık lokantasına gittiği haberleri çıkıyor.

Diğer yandan partiye mensup milletvekilleri beldelerini tanıtmak için fütursuzca “şarap festivalleri” ve yarışmaları düzenliyor. İktidar partisi buna da bigâne kalıyor…

YAMAN YALPALAMALAR

DERİNLEŞEREK DEVAM EDİYOR…

Özellikle “laik ve Atatürkçü bir AKP Belediye Başkanı olduğunu” söyleyen Belediye Başkanı, “şarapçılığı kalkındırmak” amacıyla “Kültür ve Şarap Festivali” düzenleyen Denizli’nin Bekilli İlçesi AKP’li Belediye Başkanı, ‘Gelin şarabımızı tadın” diye açıkça çağrıda bulunuyor. “AKP farklı şarapçılık farklı. Yani bugün AKP ile şarap yan yana gelemez diye bir kaide yoktur” diye konuşuyor. Lâkin gençleri uyuşturucu, sanal kumar ve kötü madde bağımlılığından korumak için yasa teklifi hazırlayan Genel Başkan Yardımcısı’na açılan “fırça”, bu başkana atılmıyor! Partiden de Başkan’ın şarabı metheden bu beyânlarının “partinin tüzüğüne ve programına aykırı olduğu” açıklaması yapılmıyor!

Keza Ankara Keçiören’de geceyarısı içki satan bir büfeyi kapatmak için zâbıtanın zor kullanıp büfeciye dayak attığı iddialarının mâlûm medyada serişte edilmesi üzerine, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği konuyu “incelemek” için Başkâtibini görevlendiriyor. Savcının yanı sıra Amerikalı diplomatlar da “olay”ı soruşturuyor.

Amerikan Elçiliği, sanki sömürge bir ülkenin genel valisi gibi Ankara’nın bir ilçesinin bir mahallesindeki içki satışının yasaya göre engellenmesini rapor edip Washington’a bildiriyor; hükûmet ve iktidar partisinden bir tek yetkili çıkıp haddi aşan bu “inceleme”nin Türkiye’nin içişlerine müdahâle olduğunu bildirmiyor, kınamıyor…

Özetle yaman yalpalamalar, partinin “ihtarlı kapatmama kararı” sonrasında “demokratikleşmenin temel zeminini oluşturan “yeni anayasa”dan vazgeçilmesiyle daha da derinleşerek devam ediyor…

Bakalım sonu nereye varacak…

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Okullar açılırken…



İLKÖĞRETİM 1. sınıf ile okul öncesi eğitime kayıt yaptıran bir milyon 700 bin çocuk yarından itibaren, “okul korkularını yenmeleri ve okula uyum sağlamaları” amaçlı uyum programına alınacak. Diğer öğrenciler ise 8 Eylül’de okula başlayacak.

İlköğretim okullarındaki 10 milyon 870 bin ve liselerdeki 3 milyon 245 bin olmak üzere toplam 14 milyon 115 bin öğrenci ve 600 bine yakın öğretmenin ders başı yapacağı dikkate alındığında, bütün milleti ilgilendiren bu önemli hadise karşısında okullar açılırken eğitim-öğretim konusundaki bazı verileri aktarmakta yarar görüyoruz.

* * *

Öncelikle eğitim konusunda yaptığı anketlerle dikkat çeken Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın bin 500 kişi ile yaptığı “Eğitim başlıyor araştırması”na dikkat çekmek istiyorum.

Anket “konunun direkt muhatabı” diyerek okulda çocuğu okuyan anne-babalara uygulanmış. “Yeni eğitim yılında velilerimizin beklentileri neler? Veliler öğretim kurumlarında okuyan çocuklarının nasıl yetişmesini istiyor? Onların gözünde eğitim veren kurumların etkinliği ne anlam ifade ediyor? İmkânları olsa çocuklarını hangi okula gönderirlerdi?” türü soruların yöneltildiği anket sonuçlarından birkaçını aktaralım.

Türkiye’de ilk ve ortaöğretim de verilen eğitim ve öğretimi nasıl değerlendirirsiniz? Yetersiz yüzde 48.51, ezbere dayalı 29.76… “Bilimsel” diyenlerin oranı sadece yüzde 0.22.

Türk Eğitim sisteminin en büyük sorunu nedir? Eğitim ve öğretimin ezbere dayalı olması yüzde 45.37, deney ve uygulamaların yapılmaması yüzde 20.13.

Sizce eğitimin en temel amacı ne olmalıdır? Meslek edindirmek yüzde 40.85, gelişme ve ilerleme sağlamak yüzde 29.23, topluma yararlı insanlar yetiştirmek yüzde 21.82.

Sizce okulların en büyük sorunu nedir? Sınıfların kalabalık olması 54.03, okul içinin ve dışının yeterince temiz olmaması yüzde 27.51

Türkiye’nin bu eğitim sistemi ile yetiştirdiği bireylerle dünyada söz sahibi bir konuma gelebileceğine inanıyor musunuz? Hayır yüzde 90.52, evet yüzde 5.16

Sizce okullarda din dersleri zorunlu mu olmalı? Zorunlu olmalı yüzde 68.44, isteğe bağlı olmalı yüzde 15.71.

Ortaöğretim ve liselere ders kitaplarının bedava dağıtılması, başarılı bir uygulama mı? Evet yüzde 95.97, hayır 1.14…

Anketin bize gösterdiği sonuçlara göre anne babalar çocuklarının okullarda iyi eğitim aldığını düşünmüyor, birçok eksikliğin olduğu düşüncesi yaygın.

* * *

Aynı ankette sorulan “Çocuğunuzun okul ihtiyaçları bütçenizi zorluyor mu?” şeklindeki soruya verilen cevaplar da “Evet” diyenler yüzde 85.96, “hayır” diyenler ise yüzde 12.08, tamamen kaldırılmalı cevabını verenler ise yüzde 9.07 olmuş.

Bu rakamları gördüğümüzde başka bir eğitim sendikası Türk Eğitim Sendikası’nın bir araştırmasını aktarmakta da fayda var.

Sendika bir öğrencinin okula başlama maliyetini hesaplamış. Yapılan araştırmalara göre, ana sınıfına başlayacak bir öğrenci için 38, ilköğretim birinci sınıfa başlayacak bir öğrenci için 37, genel liseye başlayacak bir öğrenci için 40 ve meslek lisesine başlayacak bir öğrenci için 36 ayrı kalemde masraf yapılması gerekiyor. İlköğretim okullarına bağlı anasınıfına başlayan bir öğrencinin okula ilk adımının maliyeti 387.78 YTL ile 1.224,85 YTL arasında değiştiği de araştırma sonucunda ortaya çıkmış.

Araştırmaya göre ortaöğretim çağına gelmiş çocukları bulunan ailelerin yükü daha da artmış. Genel liseye başlayacak bir öğrencinin ailesine maliyeti 613.78 YTL ile 2.223,14 YTL, meslek lisesi öğrencisinin eğitim-öğretime hazır bir şekilde başlayabilmesi için de 621.28 YTL ile 2.213.88 YTL arasında masraf yapılması gerekiyor.

Bu rakamları uzatmak mümkün. Başka araştırmaları da yazabiliriz. Ancak bu iki araştırma eğitimdeki pek çok sorunu gözler önüne seriyor.

Yeni eğitim-öğretim döneminde Millî Eğitim Bakanlığı’na bir teklif, eksiklerini görme, ya da bir ufuk açması açısından bu notları aktaralım istedik. Yorum yapmadık, sadece verilere dikkat çektik. Aman kimse kızmasın…

31.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Maneviyatın Ukaz panayırı



Hadislerde belirtildiği gibi, Ramazan ikliminde şeytanların ‘merede’ yani azgın kısmı bağlanır ki; Ramazan iklimi asude geçsin. Bununla birlikte, modern Türkiye’nin tesisinde dinî reformlar nedense hep mübarek günlere ve başta Ramazan ayı olmak üzere mübarek aylara denk getirilmiştir. Meryem Cemile’nin Mevdudi’ye Mektuplar’ında olduğu gibi, SSCB döneminde de kasıtlı bir biçimde Müslümanlar arasında komünizm ve ilhad propagandası zirve noktasına ulaştırılmıştır. Peki bu anlatılan durumla Ramazan ikliminde azgın şeytanların kayıt altına alınması birbiriyle çelişmiyor mu? Aslında Ramazan ayı, aynı zamanda zaferler ayıdır. Bu itibarla, Ramazanlar bereketin genel ve umumî adıdır. Bununla birlikte özellikle de fetret devirlerinde Ramazan imtihan gereği çetin geçmiştir. Bu devresel bir durumdur ve dairevî ve döngüseldir. Ucu açık değildir. Müslümanlar toparlandıklarında bu geçici durum da zail olmaktadır. Ramazan güzelliğindeki ve bereketindeki keskinliğinden dolayı insî şeytanların ilgi odağı olmuş ve buna karşı tedbir almaya çalışmışlardır. Bir nev'î cinnî şeytanlardan boşalan yeri fetret devirlerinde insî şeytanlar doldurmaya yeltenmişlerdir. Bu da muvakkat ve geçici ve zail olucu bir keyfiyettir. Bundan dolayı Ramazanlarda yaşadığımız olumsuzluklar bizi me’yus etmemeli. Aksine Ramazanın güzelliklerini daha da yaşamak ve yaşatmak için gayretimiz o nisbetle artmalı. Böylece Ramazanı harman alanı yapmalıyız. Birisi Ramazan için ‘Ukaz Pazarı/panayırı’ tabirini kullandı, doğrusu benim de pek hoşuma gitti.

***

Meydan okumanın büyüklüğü mukabelenin büyüklüğüne işarettir. Nimetin büyüklüğü nimetin büyüklüğüne delâlet eder. Bu bağlamda, Ramazan aylarında; bu mübarek mevsimde de Müslümanların ayaklarına manevî dikenler batabiliyor. Bu bağlamda basın tarassutu ve taraması yaparken Ramazanla alâkalı birkaç nokta dikkatimi çekti. Bunlardan birisi İsrail ordusunun Peygamberimize (asm) yönelik hakaret içeren bazı uygulamaları oldu. İbranicede Hazreti Peygamber’le (asm) alâkalı olarak şöyle bir deyim var: “Muhammed dağa gelmezse dağ ona gider…” İsrail ordusundaki istihbarat birimlerine dağıtılan yeni üniformalarda bu deyimle birlikte Hazreti Peygamber (asm) aynen Danimarka’da yayınlanan karikatürlerde olduğu gibi elinde silâh, bir Arap şeyhi kılığında tasviri yer alıyormuş. Halbuki biz Hazreti İsa (as) haricinde Hazreti Musa (as) gibi Beni İsrail Peygamberlerinin de ellerinde ‘kadip’ yani kılıç taşıdığını biliyoruz. Bununla birlikte, Yahudiler aynı hakareti kendi Peygamberlerine yapsalar bile Müslümanların mukabelesi değişmez, aynı olurdu. Çünkü kutsallarımız aynı. Tek farkı onların Hazreti İsa (as) ve Hazreti Peygamber’e (asm) inanmamaları ve buna ilâveten Hazreti Mesih’e (as) anasının üzerinden Hazreti Peygambere de (asm) kılıç üzerinden hakaret etmeleridir. Bu onların cehalet ve taassuplarını göstermektedir. 48 bölgesi içinde yaşayan Filistinliler ise buna tepki göstererek İsrail’in bu üniformayı çekmesini ve hakarete son vermesini istemişler. İsrail’de, Ramazana damgasını bu mesele vururken, komşu Ürdün’de de pek de farklı olmayan bir tartışma yaşanıyor.

***

Bu tartışmanın mahiyeti şu: Lawrance Arapların nesi ve neyi oluyor? Bazı Araplar Lawrance’i Büyük Arap Devrimi (isyanı) lideri olarak görüyorlar ve dolayısıyla kendilerinden birisi olarak addediyorlar. Onu yabancı birisi olarak telâkki etmiyorlar. Ramazan ayında Arap âleminde Ramazana mahsus özel diziler ekrana geliyor. Bu yıl Ürdün’de gösterilecek diziler konusunda tartışmanın odağını Lawrance teşkil ediyor. Belki biraz peşin olacak ama şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Lawrance olmasaydı bugün İsrail de olmayabilir ve Hazreti Peygambere (asm) yönelik hakaretler yaşanmayabilirdi. Dolayısıyla onun soyundan (Ehl-i Beyt) olmakla iftihar eden bir ailenin tarihini Lawrance’a ve güya başarılarına (!) bağlaması ne kadar büyük bir tezad! Ürdün’de gösterimi tartışılan iki film de bir yönüyle Lawrance’la alâkalı. Ürdünlü yapımcılar ‘Avdetu Ebu Taye’ adıyla bir dizi çekmişler ve Ürdün’de resmî görüş doğrultusunda bu dizide Lawrance muteber bir şahsiyet olarak tasvir ediliyor. Benzeri bir diziyi Kuveytliler de çekmiş. ‘Lawrance ve Araplar’ adını taşıyan bu dizi ise kısmen birincisinden farklı olarak Lawrance’in konumunu sorguluyor. Hatta Kuveyt, Ürdün’e jest olarak bu dizinin ekranlarında gösterimine müsaade etmemiş. Bununla birlikte, Ürdün Televizyonu bu filmin yayın haklarını almış ama gösterimi kesin değilmiş yedek olarak tutuyorlarmış. Aslında, İsrail’de Hazreti Peygambere (asm) hakaretle Ürdün’de Ramazanda Lawrance’i oynatmak ikisi de aynı mecraya dökülen tutum ve uygulamalar. Olsa olsa bu tablo, Osmanlı sonrası kurulan makro düzeni ve tezat gibi görünen ama aslında birbirinin uzantısı olan parçalarını gösteriyor.

31.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır