16 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Raşit YÜCEL

Hür Adam


A+ | A-

Asırlar asırları kovalamış ve “felâket-helâket asrı”na gelinmişti.

Avrupa’nın ejderhaları bir bir üzerimize gelmişti.

Beşeri nebîsiz bırakmayan Cenâb-ı Hak, ahirzaman peygamberinden sonraki hiçbir asrı da müceddidsiz bırakmadı.

O, hür yaşadı.

Kimsenin tahakkümüne boyun eğmedi.

Çok izzetli idi.

Ve çok merhametli idi.

Küçüklüğünden beri kimsenin minneti altına girmedi.

Kimseye tahakküm de etmedi.

‘Şark yaylalarından doğan ateşpare-i zekâsı’ ile ehl-i imana ümit verdi, şevk verdi.

“Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” demişti.

Mahkûmken bile hükmediyordu.

En çalkantılı zamanda gelmişti.

Hayatın içinde idi.

Dört devri de gördü, yaşadı: Mutlakiyet, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi.

Sesini en yüksek tonda haykırdı.

Hedefleri vardı, idealleri vardı.

“Merak etmeyin kardeşlerim, o Nurlar parlayacaktır” diyordu.

Ve hakikaten parladı.

Çağdaşları ile uğraşmadı.

Geleceğe baktı.

“Sizlere sesleniyorum” dedi.

Biz de “Sadakte “ dedik.

Onun dâvâsını dâvâ edindik.

“Saçlarım adedince başım olsa ve her gün biri kesilse, hakâik-i imaniye ve Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya eğmem” demişti.

Pek çok insan onu duydu, sesine kulak verdi.

Anadolu’da ve bütün dünyada eserleri baş tâcı edildi.

İşte 7 Ocak’ta bütün sinemalarda gösterilecek olan “Hür Adam” filmi, inşâallah bu mânâların geniş halk kitlelerince de daha iyi anlaşılmasına vasıta olur ümidindeyim.

Adına şiirler yazıldı, romanlar yazıldı, anma toplantıları yapıldı.

Eserleri gönülden gönüle ulaştı.

Onun idamına ve mahvına çalışanlara bile salâh ve iman ihsan etmesini Rabbinden talep etti.

Bu vesile ile Mehmet Tanrısever beyi tebrik ediyoruz. Çektiği filmin hayırlara vesile olacağını ümit ediyoruz.

Güzel bir yol açtı.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Yarım kalmış duygular!


A+ | A-

Bir potinin hasretini çok çektim. Hep imrenirdim arkadaşımın ayağındaki uzun konçlu, önü bağlı, taban topuk köseleden yapılmış ve kabara çakılmış deri potinlere…

Kış mevsiminde giyilirdi bunlar.

Potinin tabanındaki kabaralar kara, kuma gömülür, buzda ise, tutmazdı. Anlayacağınız, “mest”in sağlamca yapılmışı ve lastiksiz kullanılanı, potin denen bu nesne. Bazen arkadaşlarım buzlu zeminlerde bu potinlerle çok güzel kayarlardı. Altındaki kabara, paten olurdu sanki. Çoğu zaman kişinin ayağının ölçüsü alınıp özel olarak imal edildiği için, genellikle zengin çocukları giyerdi onları. Yürürken ne de güzel tıkırdar, ayak tabanı büküldükçe gıcır gıcır ses çıkarırdı; bir görseniz…

Bugün bile hâlâ, gönlüm hep o potinde.

Birçok insanın buna benzer tatmin olmamış duyguları, elinin ulaşamadığı arzuları olmuştur. Telâfi edilebilenleri, edilmiştir belki. Ya edilemeyenler? İşte onlar, ömür boyu yaşar durur gönülde. Gizli gizli, sinsi sinsi “Ahh” sesini duyarsın. Bastırılmış duygular, bir gün baskı kurarlar!

Allah murat edince çocukluktan gençliğe, ondan da olgunluğa erişiyor insanlar. Sürekli değişiyor beden. Gelgelelim, ruh hâleti değişmiyor.

Babasından beklediği şefkati göremeyen, annesinin sevgisini deremeyen; küçük bir oyuncağa hasret kalıp, alamayan; tam da ihtiyaç duyduğunda, bir dayanak bulamayan çocukların ruh hâleti büyür mü?

Yaşlansa da, büyümez!

Ya, hiç baba görmeyen; ya, hiç anne bilmeyen; ya da hiç sevilmeyen ne hâldedir, kim bilir?

Öksüzlük duygusu, mahzunluk bulutları gelir geçer ruhundan. Çükü içten içe, derinden derine gezinirler dünleri.

Baba şefkatini başka babalarla, hatta babası yaşındaki adamlarla; onlara yaklaşmakla giderme çalışır kendince.

Dizlerinin önüne oturtup saçlarını taradığını, onları belik belik bağladığını hayal etmek ister ama nâfile. Annesinin tarağı bir türlü batmaz saça. O, bir ömür, örgülü saçlarına kurdele bağlar durur bıkmadan… Ama, nâfile. Artık o, örgülü saçlara düşman kesilir; ya da, potinli ayakları görmek istemez!

Çocuklukta yarım kalmış duygular, senelerce, mutluluğu gölgeler.

Ne saç, ne baş, ne potin; bunlar birer bahane. Esas özlem, esas talep “sevgi”ye! Sevgi denen gıdanın bizatihi kendine açlık çeker çocuklar.

İnsan ruhu, sevilmeye muhtaçtır. Rabbimiz böyle halk etmiş!

Bu sevgi bazen aş, bazen ekmek, bazen oyuncak; bazen de oyun olacak ona, o susamış kalplere…

Fark etmeli!

Göz bebeklerindeki ışıl ışıl ümit pırıltılarını, fark etmeli. Ve, açmalı gönlü, gönlüne; doyasıya yüklemeli sevgiyi.

Sevgisizlik, potinsizlikten daha kötü, örgüsüz saçlardan daha berbat! Hâlbuki, iltifatkâr dil, başı okşayan el gibidir âdeta; yumuşacık bir temas hayat verir, muhtaç olan ruhlara.

Haydi! Doyasıya sevmeye…

Hemen, gönüldeki sevgiye…


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Aşure Günü


A+ | A-

Abdullah Bey: “On Muharremin târihî veya dînî önemi nedir? Bu gün aşûra pişiriliyor. Bunun sebebi ve hikmeti nedir? Sünnet midir, örf müdür? Bu gün oruç tutulur mu?”

Hazret-i Âdem Aleyhisselâm zamanından beri müstesnâ bir gün olarak tanınan Muharrem’in onuncu gününe Aşûrâ günü deniyor. Arapça “aşr” veya “âşir” kelimelerinden türetilmiş olan “aşûra”, onuncu gün demektir.

Aşûrâ gününe izâfe edilen bir hayli tarih vardır. Özetlersek; Allah Teâlâ’nın Arşı, Melekleri, gökleri, yeri ve Hz. Âdem Aleyhisselâm’ı bugün yarattığı; Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın tövbesinin bugün kabul edildiği; Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’ın gemisinin Cûdî dağına bugün oturduğu; Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’ın balığın karnından bugün çıkarıldığı; Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsa Aleyhimüsselâm’ın bugün doğdukları; Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm’ın Nemrut’un ateşinden bugün kurtulduğu; Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın oğlu Yûsuf Aleyhisselâm’a bugün kavuştuğu; Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’ın hastalıktan bugün şifâ bulduğu; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın kavminin Firavunun zulmünden bugün kurtulduğu ve Firavunun bugün denizde boğulduğu; Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’ın tövbesinin bugün kabul edildiği; Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bugün mülk verildiği; Hazret-i Îsa Aleyhisselâm’ın bugün gökyüzüne yükseltildiği rivâyetleri mevcuttur. Bu haberlerden bir kısmının Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından da doğrulandığı bilinmektedir.

Medîne’ye hicretinden sonra Yahûdîlerin Aşûrâ gününde oruç tuttuklarını gören Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisi bildiği halde:

“Bu ne orucudur?” diye sordu.

Yahûdîler:

“Bugün salih bir gündür! Bugün Allah’ın, Benîisrâil’i Firavunun elinden kurtardığı gündür! Mûsâ (as), bu İlâhî lütfa şükür için oruç tutmuştur. Bundan dolayı biz de tutarız!” dediler.

Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm da bu haberi yalanlamayarak:

“Biz Mûsâ’nın sünnetini ihya etmeye sizden daha ziyade lâyıkız!” buyurdu, o gün oruç tuttu ve ashaba da oruç tutmalarını emretti.1

Buharî’de, Hazret-i Âişe’den de (ra) şöyle bir rivayet mevcuttur: Câhiliyet devrinde Kureyş, Muharremin onuncu gününde (Aşûrâ gününde) oruç tutardı. Hicretten önce Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da bugün oruç tuttu. Medine’ye hicretlerinden sonra da Muharremin onuncu günü oruç tutmaya devam etti. Ashaba da bugün oruç tutmalarını emretti. Ancak Hicretin ikinci senesi Ramazan orucu farz kılınınca Muharremin onuncu günü orucunu bıraktı. Artık dileyen bu orucu tuttu; dileyen tutmadı.2

Hazret-i Âişe’den (ra) bir diğer rivayet de şöyledir: “Ramazan orucu farz kılınmazdan önce Müslümanlar Muharremin onuncu gününde (Aşûrâ gününde) oruç tutarlar ve Kâbe’ye yeni örtü örterlerdi. Cenâb-ı hak Ramazan orucunu farz kılınca, Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm: ‘Muharremin onuncu günü orucunu tutmak isteyen yine tutsun; tutmak istemeyen de tutmasın!’ buyurdu.3

Hazret-i Nuh (as) zamanından beri bütün Hak dinlerde makbul olan Muharremin onuncu gününde oruç tutmak, Yahûdiler için farz kılınmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) önceleri Muharremin onuncu gününde oruç tutmuşsa da, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra bırakmış ve Yahûdîlere muhalefet olsun diye bugün nafile oruç tutmak isteyenlere ya bir gün öncesi ile, ya da bir gün sonrası ile birlikte oruç tutmalarını tavsiye buyurmuştur.

Netice olarak, Muharremin onuncu günü bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile oruç tutmayı sünnet olarak zikredebiliriz. Bunun dışında Muharremin onuncu gününe mahsus olarak yapıla gelen yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat ile karışık aşûre pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi davranışlar sünnet değil, mubahtır. Muharremin onuncu gününde “aşûre” adıyla bilinen aşı pişirmek ve dağıtmak, örfümüzce benimsenmiş güzel bir âdettir.

Bedîüzzaman Hazretlerinin “vak’a-i ciğersûz” (ciğer yakan hadise) diye nitelediği4 Hazret-i Hüseyin’in (ra) Kerbelâ’da şehit edilişi de, kaderin bir cilvesidir ki, Hicrî 10 Muharrem 61 yılında, yani bugün vaki olmuştur. Muharremin onuncu gününün Şiâ için siyâsî önem içermesi ve bir matem günü olarak ilân edilmesi de bundandır.

Bu vesileyle; asırlar önce bugün insafsızca şehit edilen ve Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra), Cevşenü’l-Kebîr’i ders aldığını bildirdiği iki imamdan birisi olan5 Hazret-i Hüseyin’in (ra) Cennet-mekân ruhunu bugün hayırla ve duâ ile analım.

DUÂ

Ey Kuddûs-i Bâkî! Sana kırık dökük yönelişlerimi tamama ve kemâle erdir! Zikrimi makbul kıl! Sa’yimi meşkûr kıl! Amelimi mağfur kıl! Günahlarımı bağışla! Hatalarımı ört! Ayıplarımı setreyle! Beni Sana mutî kıl! Ben Seni unutursam, Sen beni unutma! Âmin!

Dipnotlar:

1- Sahih-i Buhârî, C.6, Savm, No: 945

2- Buhârî, C.6, Savm, No:944

3- Buhârî, C.6, s. 106

4- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 99

5- Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası, s.1 83


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Kerbelâ


A+ | A-

Bugün 10 Muharrem. Bugün o yürekleri parçalayan acının yıldönümüdür. İki cihan güneşinin namazda iken sırtına çıkan ciğerpareleri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin rahatsız olmasın, düşmesin diyerek secdeden uzun süre kalkmadığı, hassas davrandığı, gözünden sakındığı torunlarının şehit edildiği gündür o gün. Çocukluğum ve gençliğim, aile sohbetlerinde ve çevremdeki kişilerden bu acı hadiseleri defalarca dinleyerek geçti. Dinledikçe de Yezid’e karşı nefret duyarken, Âl-i Beyt’in bir damla su bile bulamadan şehadet şerbetini içtiklerini duydukça su içmekten utanır olmuştum. İnsanın hafsalası almıyor gerçekten. Kendisine Müslümanım deyip de Hz. Peygamberin (asm) öpüp kokladığı o yüzlere, o saçlara nasıl kılıç vurur, nasıl mızrak atar bir insan. Buna dayanılır mı? Sevgili Dursun Ali Erzincanlı’nın Kerbelâ şiirini bir daha okurken yine duygulandım, içimi tarifi imkânsız bir hüzün kapladı. Diyordu ki şiirinde;

“Kucağında üç yaşında bir seyyid;

Adı Abdullah!

Ve bir ok, Abdullah’ı boğazından vuruyor

Hz. Hüseyin, kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor

‘Yâ Rab!’ diyor.

‘Bize göklerden yardım etmeyeceksen,

Hakkımızda ondan daha hayırlısını ihsan et.’

Hicretin altmış birinci yılı

Muharrem ayının onu…

Bir şehit var Kerbelâ’da

Tam otuz üç mızrak yarası,

Otuz dört kılıç yarası

Ey Muhammed’im nerdesin nerde?

Hüseyin’in başı bir yerde; gövdesi bir yerde!

Bu Hz. Zeyneb’in feryadıdır dedesine...”

Şiir böylece devam ediyor. Keşke yerimiz müsait olsa da tamamına yer verebilseydik. Mutlaka okunması gereken bir şiir, baştan sona. Bu arada sevgili kardeşim Ertuğrul Erkişi’nin Minik Duâlar Grubu ile okuduğu “Ali candan geçti O’nun uğruna” diye başlayan o duygulu bestesini de dinlemek lazım.

Bu acı hadiselerin zahiri yönü böyle olmakla birlikte hikmet boyutunu elbette Cenâb-ı Hak bilir. Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur’da muhtelif yerlerde temas ve izah ettiği üzere zahiren bize acı veren, izahta zorlandığımız bu hadiselerin elbette bir de manevi ve hikmet yönü var. Mesela 4. Lem’a nın 4. nüktesinde yer verdiği üzere “... Hem Hz. Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamberimizin (a.s.m.) Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi var. Cenâb-ı Hak bizi de onların şefaatlerine nail eylesin inşallah.

Kerbelâ İlâhisi

Güfte: Seyyid Nesîmi

Beste: Hüseyin Baba

Makamı: Neveser Nefes

Âlem yüzüne saldı ziyâ Âl-i MUHAMMED

Seyfin çâk edip geldi yine Âl-i MUHAMMED

Nâdan ne bilir dâna bilir Âl-i MUHAMMED

Ve salli alâ seyyidinâ Âl-i MUHAMMED

Sad salli alâ seyyidinâ Şâh-ı velayet

Kemter kuluyum ben ALİ’nin şâh-ı keremdir

HASEN başımın tâcı HÜSEYN gözümde nemdir

İMÂM-I ZEYNEL ABÂ BÂKIR mihri haremdir

İMÂM-I CÂFER SÂDIK gibi bir dahi irfan

İMÂM-I MÛSA KÂZIM gibi olmaya sultan

Cihân yüzünü görse değer ŞÂH-I HORASÂN

İMÂM-I TAKİ gözlerime ayn-i cilâdır

İMÂM-I NAKİ sâyesi bol mürg-i hümâdır

İMÂM ASKERİ derdimize ayn-ı devâdır

Çün MEHDİ zuhur ede nihân kalmaya perde

Şol zâlimleri kesse gerek tiğ-ü teberle

SEYYİD NESÎMİ medhin okur şâm-ü seherde

GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER

Mevlânâ Celaleddin-i Rumî

Yarın 17 Aralık, Hazreti Mevlânâ’nın vefat yıldönümü. Her yıl bu tarihte, Hz. Mevlânâ’nın, ölümü “’Düğün Zamanı” diye nitelendirdiği “Yaradanla buluşma ânı” vesilesiyle “Şeb-i Arus” törenleri düzenlenir. Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh’te 1207 yılında doğan Mevlânâ, ülkemizde Mevlânâ, İran’da Rumî ve Batı âleminde ise Jalaluddin adıyla tanınır. Mevlânâ, efendimiz demektir. Rumî ise Anadolulu anlamına gelir. Babası Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın daveti üzerine Anadolu’ya gelir. Babasından ve gittikleri yerlerdeki en yüksek bilginlerden dersleri alan Mevlânâ, 1244’te Konya’ya gelen Şems-i Tebriz’den mânevî lezzetleri tadar. Mesnevi-i Mânevî, Divan-ı Kebir, Fihi-Mafih, Mektubat isimli eserleri kaleme almıştır. 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etti. Onun ‘Düğün Gecem’ dediği Şeb-i Arus’ da yani vefat günü olan 17 Aralık’ta dünyanın dört bir yanından sevenleri Konya’ya gelir. Hazreti Mevlânâ’yı 736. vefat yıldönümünde rahmet ve niyazla yâd ediyoruz.

Nurdan Damlalar

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur’u; ben onun zamanında gelseydim Mesnevî‘yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır.”

Bediüzzaman Said Nursî, (Son Şahitler c.4 s.150 )


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ahmet DURSUN

Kadın isterse


A+ | A-

Risâle-i Nur’da “şefkat kahramanı” olarak nitelenen, “hürmet, muhabbet ve sabır” kavramlarıyla özdeşleştirilen ve nazik-nazenin fıtratıyla ön plana çıkarılan kadın, çağlar boyunca birbirinden çok farklı anlayış ve uygulamaların odağı olmuştur. Kâh baş tacı edilmiş, sevilmiş, övülmüştür; kâh ayaklar altına alınmış, horlanmış, dövülmüş, sövülmüştür.

İslâm geleneğinde ve toplumunda, “anne” olması hasebiyle ayakları altına cennet serilecek düzeyde yüceltilen kadın, toplumsal yapının temelini oluşturan ailenin baş aktörüdür. Bir toplumu ayakta tutan değerler manzumesini çocuklarından başlayarak nesillere aktarma görevini de her çağda üstlenen kadının sosyal değişimler ve bozulmalar karşısındaki tutumu toplumun bütün katmanlarını etkileyebilmektedir. Toplumsal değişim süreçleri içersinde kadın kimliği ile ilgili yapılan yeni tanımlamalar ve uygulamalar sosyal yapı ile ilgili beklenmedik sonuçları da doğurabilmektedir. Ahlâk, iffet, sadakat, hürmet ve muhabbet gibi hasletlerden yoksunluk kadının sosyal değişimler esnasında takındığı tavır ile yakından ilgilidir. Bu bağlamda, kadını fıtratının reddettiği şekilde değiştirmeye çalışmak, toplumun genetiği ile oynamak anlamına gelmektedir. Bugün yakındığımız ferdî ve sosyal bozulmaların, dejenerasyonların temelinde kadın kimliği üzerinden yürütülen yıkıcı faaliyetlerin olduğu açıkça görülmektedir.

Kadını daha çağdaş, daha modern, daha özgür olma vaadiyle aldatan modernizm kadına ne vermiştir, bizden neyi çalmıştır? Sefih medeniyetin oyuncaklarına aldanan nazik fıtratlar; sınırsız özgürlük, eşitlik ve kariyer hevesiyle kapitalist toplumların bir metaı haline gelmekten kurtulamamıştır. Kadın, kendisini bir meta haline getirirken yaşadığı toplumu da maddeleştirmiştir. Bugün İslâm toplumunun da içini kemiren, bizi içten içe çürüten büyük bir tehlikedir bu. Kendi değerlerinden, inançlarından uzaklaşarak Batı modernizmini taklid etmeye çalışan Müslüman toplumlarında da ciddî travmalara yol açan bu sürecin nasıl atlatılabileceği sorusu yine kadının özüne dönmesini işaret eden cevapları içermektedir.

Annelik görevini öteleyen entelektüel, eğitimli, bakımlı, başarılı ve hırslı modern kadın imajı; yerini gitgide mutsuz, depresif ve yalnız kadın imajına bırakmıştır. Tüketim kültürünün ağır bombardımanı ile sarsılan günümüzün mutsuz ve yalnız kadını, kendisine dayatılan kadın imajını oluşturabilmek gayreti içersinde farkında olmadan kendisini, ailesini ve toplumunu tedavisi zor hastalıkların pençesine bırakabilmiştir. İslâmî duyarlılığa sahip kadınlara da bulaşan bu hastalıkla birlikte bozulan toplumsal yapının nasıl tamir edileceği, çağımız kadınının mimarı olabileceği yuvasına döndürülerek asli görevleriyle nasıl tanıştırılacağı, kadının bir meta olmaktan kurtarılıp saygı değer bir varlık haline nasıl getirileceği; alevleri göklere yükselen yangınlardan azap duyan her vicdan sahibinin ilgilenmesi gereken bir sorudur. Bu soruların ilk muhatabı olan kadın, bu soruların cevabını bulabilecek zekâya ve isterse kendini ve toplumu değiştirecek güce de sahiptir.

Kadın isterse, kendisini sokağa bırakan, özünden u-zaklaştırarak sahte medeniyet fantaziyeleri ile oyalayan “sefih medeniyet”in izlerini siler, fazıl bir medeniyetin inşasına başlayabilir. Zira; kadın annedir, isterse yeşertir, yetiştirir; ilmik ilmik, düğüm düğüm örer hayatı. Her ilmik bir ders, her düğüm bir değer olur. Topluma, sefkat, merhamet, hürmet, asalet, muhabbet ve sabır üfler; faziletle süsler sokakları. Bu yönüyle kıymet biçilmez kadının verdiklerine.

Kadın isterse kavgalar, çekişmeler sona erer, hırçınlıklar biter. Kadın “şefkat kahramanı”dır, şefkatiyle yoğurur, cennet kokusuyla sarar, sarmalar yürekleri. Yuvasını cennet yapar, muhabbet iklimiyle huzura kavuşturur herkesi ve her şeyi.

Kadın naziktir, zariftir; nezaket ve zerafet saçar. Şairlerin ilhamı, medeniyetlerin üstadıdır. Bedeni hazlarda aşkı arayanlar kadını anlayamazlar. Sevgiyi maddeleştirenler, kadını anlamayanlar, tanımayanlar fazıl bir medeniyet kuramazlar. Bir memleket neredeymiş, nereden gelmiş, nereye gitmiş? Bir kadınla belli eder kendini.

Hasılı, kadın hastalanırsa her şey hastalanır. Benlikler zehirlenir, ruhlar ölür, toplum kokuşur. Ancak, kadın isterse bütün çirkinlikleri örter. Açık saçıklık, teşhircilik, iffetsizlik, çürümüşlük, hürmetsizlik, helaket ve felâket… Bir kadının tesettürüyle yok olur gider.

Şair “Ben ne kadınlar sevdim, zaten hiç yoktular” diye sızlanadursun. Biz ne kadınlar sevdik, ne kadınlar tanıdık; hep yanımızdaydılar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Spekülatif ekonomi ve siyaset…


A+ | A-

Meclis’teki 2010 yılı bütçesi de popülist politik polemiklere boğduruluyor. Başbakan ve bakanları, yeni bütçeyi de üzerinden on sene geçen 2001 kriziyle kıyaslayarak sundular.

2002’de 100 liralık verginin 86 lirasının faize gittiğini nazara veren Maliye Bakanı, bugün 100 liranın 24 lirasının faize gitmesiyle övünüyor. Yine kriz döneminin et ve yumurta hesabıyla memur, emeklinin alım gücünü hesaplıyor. 2002’deki kriz sonrası asgarî ücretle 1370 yumurta alınırken, 2010’da 2 bin 699 yumurtanın, 21 kilo dana etine karşılık 24 kilo dana etinin alınabildiğini örnek veriyor…

Bütçenin büyük bir kısmının borç ödemelerine ve 47.5 milyar liranın iç ve dış borç faiz giderlerine gittiğine bakmadan Erdoğan, “2011 yılı bütçesinin yatırımı, ihracatı ve vatandaşın alım gücünü attırmayı amaçlayan bir bütçe olduğunu anlatıyor!

Haziran’da seçim olmasına rağmen bütçenin “popülizme başvurmayan bir bütçe olduğu” iddiası ise bizzat Maliye Bakanı’nın “Gelecek yıl seçim yılı, yılın ilk yarısında daha fazla harcamayı plânlayabiliriz” cümlesiyle “seçim ekonomisi” ikrarıyla nakzediliyor.

Diğer yandan, ümidlerini kesip iş aramayanlar ve gizli işsizler de eklendiğinde işsiz sayısının resmî işsizlik rakamlarının çok üstünde 5.5 milyonu bulmasına mukabil, yeni bütçede herhangi bir tedbirin alınmaması, hükûmetin işsizliği azaltan bir stratejisi olmadığını ortaya koyuyor.

Bu arada, Enerji Bakanı’nın dağıtım ve rafineri şirketlerine ricasıyla, Tüpraş benzinde iki kuruş indirim yaptı. Böylece Aralık ayında yapılan 7 kuruşluk zam 5 kuruşa inmiş oldu!

“BALON GİBİ” PATLAYABİLİR!

Ve ekonomistler, son yıllarda kaynağı belirsiz milyarlarca dolar yabancı paranın piyasaya geldiği ve carî açık stokunun 133.3 milyar doları bulduğu ortamda, her an bir sıcak para patlamasının olabileceğini belirtiyorlar.

Bu kritik süreçte en çok “sıcak para önlemi” uyarısında bulunuyorlar. Özellikle yatırım, kalıcı istihdam, üretim ve ihracat gereğini nazara verip, bilhassa bu dönemde spekülatörlere karşı müteyakkız olunmasını tavsiye ediyorlar.

Ankara Ticaret Odası (ATO), Türkiye’nin 2005 yılından bu yana en yüksek sıcak parayı bu yıl çektiği ve son sekiz yılda gelişmiş ülkelerde 50-100 yılda elde edemeyeceği kadar çok getiri sağladığını açıklamakta.

Mesela, bu sürede yabancı yatırımcıların Türkiye’de “sıcak para”yla borsadan elde ettikleri kazancı, Japonya’da 190, ABD’de 79, Fransa’da 81, Almanya’da 91, İtalya’da 56 yılda zor elde edilebilecekleri belirtilmekte. Yabancı yatırımcıların Türkiye’de devlet tahvillerinde son sekiz yılda elde ettiği getiri ise buna benzer bir tablo ortaya çıkarmakta.

Bu yılın ilk 10 aylık döneminde Türkiye’ye net 26,7 milyar dolar sıcak para girdiği hesaplanmakta. ATO’nun Merkez Bankası gibi devlet kurum ve kuruluşlarının verilerinden yaptığı değerlendirmeye göre, 1989 yılından bu yana yoğun olarak sıcak para-giriş çıkışları yaşayan Türkiye’ye hiçbir dönemde bu ölçüde yüksek bir sıcak para girişi yaşanmamış…

Türkiye’ye gelen sıcak paranın yüksek kazanç sebebiyle balon gibi şiştiğini ve rekor büyüklüklere ulaştığını belirten ATO Başkanı Aygün, ‘’Bu balonun daha fazla şişmesine seyirci kalmamalıyız’’ ikazını yapmakta…

MALÎ VE POLİTİK

MANİPÜLASYONLAR…

Zira carî açık finansmanının sermaye yatırımı ile değil, “dış kaynak” olarak “sıcak para”yla olması ve borçların sıcak parayla ödenmesi, mekânizmayı devam ettiriyor. “Sıcak para sistemi”yle ülkeye giren yabancı para, bir başka ülkede bir yılda ancak elde edilecek parayı bir gecede kazandırıyor.

Özetle ortada bir kısırdöngü var. Yabancı sermaye, parasını Türk Lirasına çevirip içte bir araca yatırıyor. Kısa süre sonra bunu satıp yabancı para satın alıyor. “Para krizi”, sıcak para”nın ülkeyi terkiyle yabancı paranın yerli para karşısında çok büyük oranda değerlenmesi, dövizin ani fırlaması ve yerli paranın değerinin düşmesiyle dengeleri altüst edip piyasaları felç ediyor ve peşinden kaçıyor…

Bu yüzden “sıcak para” ile borçlanmakta olan ülkeler, borç ve faiz vartasına düşüp, çıkamıyorlar. Ve bu “para” ile borçlanan ülkeler, yüksek faiz ödemeleriyle örtülü bir şekilde sömürülüp, kaynaklarını hebâ ediyorlar.

Ve en vâhimi, seçime doğru siyasetin geleceğini şekillendirmek ve bir dönem daha iktidar koltuğunda kalmak uğruna, bütün dünyada malî ve politik manipülasyonlarda kullanılan “sıcak para”nın Türkiye’de tutulmaya çalışılması…

Onca ikaza rağmen AKP siyasî iktidarının bu vartada kendini spekülatif “sıcak para” ile muallel ekonomik politikalara mecbur bilmesi…

Âkıbeti hayrola…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Kredi Kartlar


A+ | A-

Bankalarla ilgili zaman zaman yazıyoruz. Bu “kurum”lar parayla ilgililer. Para da güven ve itibarla ilgili.

Güven ve itibar kelimesinin Latince karşılığı ise kredi. Bankanın yaygın olmadığı dönemde,—çok değil, son elli yıldan önceki dönemde—kişiler birbirine güvenir ve birbirine borç para veya ödünç mal verirdi.

O zamanlarda dünyevî ticaret gelişmemişti, ama uhrevî ticaret bilinirdi. O yüzden, borç veren duadan başka bir karşılık beklemezdi. Alan da duayı eksik etmezdi. Buna karz-ı hasen (güzel ödünç) denirdi. Bu eski dönemde esnaf bankaya nadiren girerdi, kredi almak tüccara veya sanayiciye özgü idi.

Sonraları bankalar ve bankacılar çoğaldı.

Bankadan kredi almayı dahi reddeden esnaf; kızını, torununu bankacı yapar hale geldi. Parasını bankada tutmaya alıştı. Fazla parasını komşusuna ya da müşterisine ödünç vermekten de, ödeyemeyen müşteriye mehil vermekten de vazgeçti. Zira artık “fazla” parası yoktu.

Başkasının malî desteğine ihtiyaç duyan kişiler de bu desteği doğrudan muhatabından, komşusundan, dostundan, düzenli esnafından isteyemez hale geldi.

Bu arada bankalar da “herkesten” topladıkları parayı “herkese” satmayı sağlamak için “her” köşe başına bir “bank” açmaya başladılar, şubelerini ve—ne demekse—“ürün çeşitlerini” arttırdılar.

Devlet de devreye girdi ve bankaları imtiyazlarla destekledi. Bu desteğin yardımıyla bankalar büyüdüler, istihbaratta ve güveni ölçmekte uzmanlaştılar. Elde ettikleri risk bilgisinin de yardımıyla, güvenmek isteyenle güvenilmek isteyen arasında aracılık yapmaya başladılar.

Artık, toplumda, güven bankaların üzerinden aktarılır hale geldi, ve bankalar, piyasanın da, iktisadî nitelikli insan ilişkilerinin de merkezine yerleşti.

Bu sırada elektronik yöntemlerle iletişim gelişti. Plastik kartlar vasıtasıyla ödeme, havale gibi yollar yaygınlaştı, banka vasıtasıyla ve banka üzerinden alışveriş gelişti.

Ancak çok geçmeden bu yöntemde ahlakî, insanî ve içtimaî bir eksikliğin olduğu fark edildi. Şöyle ki;

Komşusundan borç alan, bu borcu ödeyebilecekken ödememezlik etmiyordu. Zira toplumsal denetim yaygındı. Kınanma ve güveni kaybetme riski bir baskı oluşturuyordu.

Oysa bankadan borç alan, karşısında “ahlakî bir müessese” görmediği için, daha başta “ödememek niyetiyle” kredi alabiliyordu. Banka çalışanları da buna çanak tutabiliyordu. Banka borçlusu borcunu ödememiş ve icraya düşmüş olmaktan sosyal bir zarar görmüyordu. Bunun banka istihbarat listeleri ve dolayısıyla kendi geleceği için bir tür ticarî sabıka oluşturacağının da farkında değildi.

Komşusundan borç alan ödeyemeyecek hale gelmişse kimse onu kınamıyor, güveni kaybetse de şefkate istihkakı kaybetmiyordu. Deyim yerindeyse düşenin dostu vardı.

Oysa bankadan borç alan ve ödeyemeyen, üstelik ödeyememesinin sebebine bakılmaksızın, banka tarafından bir kalemde çiziliyordu. Bankaya borcu olan ve icraya “düşen”, hem güveni, hem de şefkate istihkakı kaybediyordu. Yani, arada banka varsa, artık düşenin başka dostu olmuyordu. Bankanın dostluğu da ruhsuz bir makinenin dostluğu gibiydi.

Gerçekten bankanın kredi müşterisi tökezlediğinde, bundan, ilk önce, para satarken müşterisinin en iyi dostu olan şube müdürü, vs. haberdar oluyor ve onlar da batan geminin mallarını yağmaya çıkarıyordu. “Nerede kaldı eski dostluk” denildiğinde de, “Ne yapayım patron ben değilim, ben de emir kuluyum” diyordu.

Herkes bankaların patronlarını arar hale gelmişti. Patronlar ise ortalıklarda görünmü-yorlardı. Toplumdan emip sömürdükleri güven yani kredi yani para ile (bkz. bu yazının girişi) baş başa, uzaklarda bir yerlerde yaşıyorlar(!), dünyadaki mutlu(!) hayatlarına bir nevi ebediyet kazandırmanın yollarını arıyorlardı.

Bu hikâyedeki esnafın biri, bir gün, bir kitabı (Her Günümüze Bir Hadis, Yeni Asya Neşriyat, 2010) eline aldı. Tefe’ül etti. 237. sayfadaki Hadisi okudu: “Borç dindarlığın bir lekesidir”.

Elbisesini yokladı, pırıl pırıldı,—zaten beş taksidini ancak ödemişti-, leke bulamadı. Cebini yokladı, cüzdanı “kredi” kartı doluydu. Borcunu yokladı, kartları “debit debit borç” doluydu.

Bendenize sordu: Bu Hadis-i Şerif bende neye işaret eder?

Kendisine söz verdim: Okuyucularıma soracağım. Onların cevabını yayınlayıp sana da ulaştıracağım.

Ama önden bir ipucu da verdim ona: Ban-kalara neden “müessese” değil de “kurum” dediğimi bir düşün bakalım, dedim.

Ne dersiniz? Ne diyelim?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Aileye uzanan eller


A+ | A-

Cemiyetin temel taşı olan ailenin ciddî tehlikelerle karşı karşıya olduğunu söyleyerek, herkesin bildiği bir gerçeği tekrarlamış olduğumuzun farkındayız. Ancak ihtiyaç ortaya çıktığı ve tehlike de artarak devam ettiği için bu doğruları tekrarlamaktan zarar gelmez. Velev ki seksen defa tekrar edilsin...

Gerek Türkiye’yi idare edenler, gerekse şahıs olarak hepimizin yaptığı en büyük yanlış; bu noktadaki tehlikenin büyüklüğünü görmeyişimizdir. Hemen hepimiz, ya akrabalarımızın ya da bir tanıdığımızın yuvasının ya yıkıldığını ya da yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görmüş ya da duymuşuzdur. Peki hepimizi sarsması gereken bu tehdit ve tehlike karşısında biz ne yapıyoruz? “Her şey yolunda” tavrını sürdürebilir miyiz?

Geçmiş yıllarda kurulan yuvaların daha az yıkıldığını yine hepimiz biliriz. Son yıllarda ‘genç’ler evlenip yuva kurmadan, nişanlılık süresinde birbirlerinden ayrılmaya başladı! Boşanmaların ve aile içi sıkıntıların bu derece artması ‘temel’deki yangına işaret etmiyor mu? Nasıl olur da “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrını sürdürebiliriz? Nasıl olur da bu yaşananları ‘normal’ karşılar ya da çare arayışına girmeyiz? Nasıl olur da bu konular Türkiye’yi idare edenlerin gündemini meşgul etmez? Nasıl olur da bu konular ‘benzin zammı’ kadar medyanın gündemine gelmez? Nasıl olur?

Elbette, dünyaya nizâmât vereceğimizi iddia etmiyoruz. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu sıkıntıların da hâl çaresi vardır. Uygulayıp uygulamamak kişilere kalmış, ama ailede yaşanan sıkıntıların çözüm yolu da Kur’ân’a ve sünnet-i seniyyeye uygun hareket etmekle mümkündür. Burada mesele, “Sen ne kadar uygun hareket ediyorsun, ben ne kadar uygun hareket ediyorum?” meselesi değildir. Prensip olarak kim İslâmın çizdiği daireye uygun hareket ederse o ailesini muhafaza edebilir. Kim ki bunlara uygun hareket etmez, şahıslardan bağımsız olarak sıkıntılarla boğuşur...

Ha, bu kolay mıdır? Elbette değildir ama başka çare de yoktur. Bu noktada hiç kimse kendisini ‘garanti’de göremez. Kendimizi ve ailemizi bu felâketlerden koruyabilmek için samimi bir şekilde fiilî ve kavlî duâya sığınmak durumundayız.

Ailelerin parçalanmasına sebep olan yanlışlardan biri de ‘medeniyet’in dayattığı çalışma hayatıdır. Kadınların çalışmamasını, evinde olması ve çocuk büyütmesini ‘ayıp’ gören ve gösteren anlayış; sonu felâketlere sebep olan neticeler doğuruyor. Geçmişte yapılan, ama bugün de yapılsa benzer neticelerin çıkacağını tahmin ettiğimiz bir araştırmaya göre, “Karşı cinsten iş arkadaşları, evliliklerin en büyük düşmanı”ymış.

7 yıl süren ve 1.500 işyerinde çalışan 37.000 çalışanı kapsayan araştırmanın sonuçları Wall Street Journal gazetesinde yayımlanmış. Araştırmaya göre, işyerinde karşı cinsten çok sayıda kişi bulunması, evliliklerin yüzde 70 oranında bozulmasına yol açıyor. Aynı cinsten insanların birarada çalıştığı işyerlerindeyse benzeri duruma rastlanmadı. (AA, 14 Kasım 2003)

Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan bu araştırmaya bakarak ve ‘çağdaş’ları kızdıracağını da bilerek şöyle diyebiliriz: Karma eğitime de, karma işyerine de hayır!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Bir Holbrooke geçti dünyadan!


A+ | A-

“Richard Holbrookee, yırtılan aort damarının onarımı ameliyatı esnasında hayatını kaybetti.” Bu tek cümlelik haber, Amerika’nın 1960’lı yıllardan bugüne kadar yaklaşık elli yıllık dış politikasını yönlendiren adamın sonunu haber veriyordu.

Yahudi bir ailenin ateist kızı ile yine ateist bir adamın evliliğinden dünyaya gelmişti Holbrooke. Kendisi ise Kuaker mezhebine tabi Hıristiyan idi. Kimilerine göre Kissinger’ın mirasçısıydı. Ama o kadar uzun yaşayamadı.

Kennedy’nin hizmet çağrısına kapılarak dışişlerine girmişti 1962 yılında. Bir yıl sonra Vietnam’a atandı. Vietnam savaşı esnasında oradaki görevini sürdürdü. Bu dönemde Vietnam savaşını bitirme kararının alınmasına sebep olan Pentagon Belgelerinin bir bölümünü yazdı.

1977 yılında Endonezya’nın Doğu Timur’daki operasyonlarını durdurması için Suharto ile görüşmeye giden de oydu. ABD yönetiminin Suharto yönetimine silâh yardımının durmasını sağlayan da oydu.

Jimmy Carter döneminde de önde gelen diplomatlardandı. Bill Clinton döneminde Almanya büyükelçiliği yaptı. Ama onu ünlü kılan en önemli başarısı Sırplarla Boşnaklar arasındaki savaşı bitiren Dayton Anlaşmasının mimarı olmasıydı. Bu müzakerelerdeki hırçın yapısı yüzünden “Buldozer” lakabı takıldı kendisine.

Kosova’nın NATO güçlerince bombalanmaya başlanmasından önce Miloseviç’e son ültimatomu veren oydu. Bu dönemde Kradziç’e Uluslar arası Lahey mahkemesine gönderilmeme karşılığında siyasal hayattan uzaklaşma önerisini götürdüğü söylendi ama inkâr etti.

Son görevi ise Afganistan ve Pakistan özel temsilciliği oldu. Afganistan’da Afgan yönetimi ile ABD ve müttefiklerinin ilişkilerinin düzenlenmesi, Afganistan savaşının sona erdirilmesi için çaba gösterdi. Aile fertlerine göre; hayata gözlerini yumarken doktoruna son sözleri “Afganistan savaşını bitirin” oldu. Son Afganistan ziyaretinde Karzai’nin ABD’li özel güvenlik şirketlerinin faaliyetlerinden şikâyet etmesini haklı bulmuş bu işe çözüm bulunması gerektiğini söylemişti.

Hollbrook’un görünen yaşam öyküsü bu şekilde uzayıp gidiyor. Değişen iktidarların değişmeyen adamı olması ise onun asıl yüzü. Kissinger gibi ABD’nin derin devlet mekanizmasının bir parçası olduğu biliniyor. Bu yönüyle CIA ile bağlantısına dair ilginç haberler zaman zaman çıkmıştı. Kuzey Irak’a ordumuzun 1995 yılındaki sınır ötesi harekat öncesinde, “Kuzey Irak sınırına asker yığıyorsunuz. Önümüzdeki günler (ülkenizde) terör olaylarının artması ihtimali var. Dikkatli olmanızı tavsiye ederim” tavsiyesinde bulunduğu, hemen peşinden de Gazi olaylarının yaşandığı biliniyor.

Holbrooke dışişleri bakanı olma emeline nail olamadan öldü. Ama Amerikan dış politikasını bir çok dışişleri bakanından daha fazla yönlendirdi. Onun yaşamından çıkaracağımız bir ders de, ABD’nin tecrübeli devlet adamlarını asla fiilen emekli etmeyip, ömürlerinin sonuna kadar bu tür uluslar arası faaliyetlerde âkil adam sıfatıyla, özel temsilci sıfatıyla istihdam etmesi geleneği olmalı. Bizde emekli olmasıyla köşesine çekilmek zorunda kalan bir çok tecrübeli devlet adamı var. Bunun tek istisnası siyasete de girebilmiş diplomatlar. Halbuki bu devlet tecrübesine sahip insanlar hem devletin hafızası olarak hem de âkil adam olarak bir çok işte çalıştırılabilir.

Holbrooke artık bu dünyadaki sınavını tamamladı. Günahıyla sevabıyla artık hesabını öbür tarafta verecek. Ama biz Bosna savaşını bitiren Dayton Antlaşmasının mimarı olması sebebiyle Allah’tan kendisine rahmet diliyoruz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Medyadaki değişim


A+ | A-

Türkiye’de başından beri resmî ideolojinin propagandisti olarak kurgulanan ve o şekilde çalışan basın, geneli itibarıyla, Babıali’de iken de, plazalara taşındıktan sonra da bu özelliğini çok büyük ölçüde devam ettirdi.

27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri, Babıali basınının aktif katkılarıyla gerçekleşti.

28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde ise, plaza medyası aynı fonksiyonu üstlendi. Gazete manşetleri ve TV anahaber bültenleri, Genelkurmay brifinglerinden aktarılan mesajlarla veya etkin generallerin telefon talimatlarıyla oluşturuldu.

Arşivler, bunun çok ibretli örnekleriyle dolu.

Medyanın bu tavrı olmasaydı, Türkiye’de demokrasi çok daha erken tarihlerde yerleşebilirdi.

Tabiî, medya derken, onu bu antidemokratik çizgide kullanan asker-sivil bürokrasi, üniversite ve sermaye ittifakını birlikte düşünmek lâzım.

Gelinen noktada, dış ve iç gelişmelerin etkisiyle, bu antidemoktatik ittifak bir miktar güç kaybına uğradı. Özellikle AB sürecinde gerçekleştirilen reformlar, dengeleri epeyce değiştirdi.

Bu değişim medyaya da bir ölçüde yansıdı.

28 Şubat sürecinin tetikçiliğini yapan medya gruplarının önemli bir kısmı dağıldı. Meselâ artık Uzan ve Bilgin grupların yerini başkaları aldı.

“Merkez medya” olarak nitelenen kesimin en güçlü grubu Doğan medyası da bir hayli sarsıldı.

Bunda önemli payı olduğu düşünülen rekor düzeydeki vergi cezaları, bir taraftan yargı kararlarıyla iptal edilip diğer taraftan hükümetin çıkardığı vergi barışı kapsamında ciddî oranda düşürülse de, psikolojik etkisi hâlâ devam ediyor.

Grup bünyesinde, sembolik anlamı çok yüksek kadro değişimleri de yaşanıyor. Adı kurumla özdeşleşmiş yönetici ve yazarlar tasfiye ediliyor.

Buna karşılık, bir alternatif medya doğuyor.

Ama bunun gerçek anlamda demokratik bir medya yapısı ortaya çıkaracağını söylemek için henüz erken. Çünkü “alternatif medya” kategorisinde değerlendirilebilecek yayın organları her ne kadar—Ergenekon ve Balyoz örneklerinde olduğu gibi—bazı konularda demokrasiden yana bir tavır koysalar da, resmî idelolojiyi temelinden eleştiren bir yaklaşıma şu an için uzaklar.

Tam tersine, el değiştiren grupların yeni sahipleri, ilke ve inkılâplar ve resmî ideoloji sembolleri söz konusu olduğunda, Doğan grubu ve Cumhuriyet gazetesiyle aynı dili kullanıyorlar.

AKP’nin takip ettiği çizgi de öyle değil mi?

Böyle olunca, değişiklik sadece iktidar partisiyle ilgili tavırda kendisini gösteriyor. Muhalefetten “yandaş”lık pozisyonuna geçiliyor veya en azından o istikamette bir görüntü oluşturuluyor.

Bunun sağlıklı bir değişim olduğunu söyleyebilmek zor. Atanmış bürokratların ve onlarla ittifak halindeki diğer güçlerin dayatmalarına karşı seçilmişlerin yanında yer almak elbette ki demokrasinin gereği, ancak bunu kayıtsız şartsız bir “yandaşlık” noktasına vardırmamak şartıyla.

Bunun için, millet iradesine saygı ekseninde demokrat ve bağımsız bir duruşa ihtiyaç var.

Aksi halde, siyasî iktidara eklemlenmiş veya o görüntüyü veren bir medya yapılanması, rant ve çıkar paylaşımı tartışmalarının da odağında yer almaktan kurtulamaz ve yine güven kaybeder.

Medyanın el değiştirmesinde üzerinde durulması gereken bir diğer çok önemli nokta da şu:

Bu değişimin yayın politikalarına yansıması sadece siyasî tavırla sınırlı kalır ve onun dışında özellikle gayri ahlâkî, müstehcen yayınlar aynı şekilde devam ederse, işin o boyutunda da son derece ciddî problemler söz konusu demektir.

Ki, statükonun “yandaş medya” olarak nitelediği yayın organlarının epeyce bir kısmında işin bu yönünün çok vahim ve düşündürücü bir şekilde tezahür ettiğini hep birlikte görmekteyiz.

Onun için, medyadaki alternatif yapılanmanın, her an değişebilecek ve farklı spekülasyonlara da açık siyasî dengelere değil, köklü ve sağlam prensiplere, manevî ve ahlâkî değer ölçülerine bina edilmesi gerekiyor ki, kalıcı olabilsin.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

16.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.