İslâma hizmet için elbette güçlü olmak gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (asm): “Güçlü mü’min, zayıf mü’minden hayırlıdır” buyurur. 1
Peki, gerçekten “Güçlü Mü’min” kimdir? Kasları güçlü olan mı? Parayı bulan mı? Yüksek makama gelen mi? Güçlü bir “Ben” bulup ona istinad eden mi?
GÜCÜN EN BÜYÜĞÜ NEREDE SAKLI?
Peygamber Efendimiz (asm), en büyük müsbet gücün bulunduğu yeri şöyle tarif ediyor:
Allah Teâlâ dünyayı yaratınca yeryüzü (depremlerle) titremeye başladı. Bunun üzerine dağları yarattı. (Onları kazıklar gibi çakınca, yeryüzü sakinleşti.) Bunu gören melekler: “(Bu dağlar dünyadan güçlü olsa gerek.) Allah her halde bu dağlardan daha güçlü bir şey yaratmadı” dediler.
Sonra Allah demiri yarattı ve onunla dağları yardı. Melekler şaşırmıştı: “Allah her halde demirden daha güçlü bir şey yaratmadı” dediler.
Sonra Allah ateşi yarattı ve onunla demiri eritti. Melekler yine hayret etmişti. Bunlardan hangisi daha güçlüdür, diye müzakereye başladılar.
Ardından Allah suyu yarattı ve o suyla ateşi söndürdü. Meleklerin merakı iyice arttı. Hangisi daha güçlüydü: Dünya mı, dağlar mı, demir mi, ateş mi, su mu? Onlar bunu tartışırken Allah, havayı yarattı ve (görünmez olan bu hava) soğuk bir esintiyle suyu dondurdu. (Oysa hava hepsinden basit ve güçsüz görünüyordu.)
Melekler, yaratılan bütün bu varlıklar içinde hangisinin daha güçlü olduğuna bir türlü karar veremediler. Sonunda Cenab-ı Allah’a sual ettiler: “Rabbimiz! Yarattığın varlıklar içinde en güçlüsü hangisidir?”
Cenab-ı Allah, bunların hepsinden daha güçlü olarak yarattığı varlığı şöyle açıkladı: “Sağ elinin verdiğini sol elinden gizleyebilen mü’min kulumun kalbidir!” 2
Meğer hubb-u cah, hırs-ı şöhret, hodfuruşluk, şan ve şeref perdesi altında nazar-ı âmmede mevki sahibi olmak gibi beşerî za’fiyetlerden kurtulmayı başarmış kulların kalbindeki azamî ihlâsta, öyle büyük bir güç varmış ki, bu güç, dünyayı manevî sarsıntılardan kurtarabilirmiş! İşte bu güç, dağ gibi engelleri yarıp demir gibi zincirleri eritebilirmiş! İşte bu güç fitne ateşlerini söndürüp ahlâksızlık selini dondurabilirmiş!
Şimdi bir de “ihlâstan sonra en büyük kuvvet, tesanüdde bulunduğundan” 3 bu hâlis kalplerin tesanütle bir araya geldiğini düşünelim. Bir vücudun âzâları misillü dayanışma içine girmeleriyle bunların oluşturacakları bir “Voltran” karşısında hangi tahripkâr güç dayanabilir, kıyas edilsin. Öte yandan mü’minlerin ihlâsını ve tesanüdünü bozanların ne büyük bir hizmet (!) yaptığı da bu açıdan değerlendirilsin!?
Demek gücü karanlık merkezlerden devşireceklerini zannedenlerin veya ihlâsını kaybederek şahs-ı manevî ile tesanüt etmek yerine Ben’ine istinad edenlerin yahut maddiyatı fazla önemseyerek helâl yollarla yetinmeyip haramlarla şişenlerin bir gücü olmaz.
MAĞLÛBİYETİN SIRRI
Rivayette var ki, vaktiyle İsrailoğulları’ndan bir âbid, insanların ağaçtan yapılmış bir puta tapmaya başladığını duydu. Hemen baltasını omzuna vurup yola koyuldu. Yolda karşısına Şeytan dikildi ve onu engellemek istedi: “Sen git, ibadetinle meşgul ol. Bu senin için daha iyidir. Milletin putuyla uğraşma!” dedi. Âbid onu dinlemedi ve Şeytanı tuttuğu gibi yere yıktı ve göğsüne oturdu. “O ağacı mutlaka keseceğim. Beni alıkoyamazsın” diye meydan okudu.
Âbidi niyetinden vazgeçiremeyeceğini ve ona gücünün yetmeyeceğini anlayan Şeytan, bir teklifte bulundu: “Sen zaten fakirsin. Hem fakirlikten kurtulmak, hem de başka fakirlere yardımcı olmak istemez misin? Ağacı yıkmaktan vazgeçersen, her sabah yatağının altına iki altın koyacağım. Ne dersin?”
Âbid düşündü. Kaybedecek bir şeyi yoktu. Fukaraya yardım da sevaptı. Gerekirse o ağacı sonra da keserdi. Teklifi kabul etti.
Ertesi sabah ilk işi yatağın altına bakmak oldu. Gerçekten iki altın orada duruyordu.
İkinci sabah uyandığında yatağın altında iki altın daha bulunca sevindi ve rahatladı. Böylesi daha iyiydi. Puta tapanlarla çatışmasına ve put kırmasına gerek kalmadan, hem geçinmenin, hem de fakirlere yardım ederek sevaba girmenin kolayını bulmuştu.
Üçüncü sabah uyandığında yine yatağın altına baktı, ama hiçbir şey yoktu. Fena kızmıştı. Baltasını aldığı gibi hızla yola koyuldu. Şeytan yine karşısına dikildi ve sordu: “Nereye gittiğini sanıyorsun?” Âbid, ağacı kesmeye gittiğini söyleyince Şeytan izin vermedi. Haliyle mücadele başladı.
Fakat bu defa Şeytan, âbidi gırtlağından tuttuğu gibi tek bir hamlede yere vurmuş ve boğazına oturmuştu. “Ya bu niyetinden vazgeçersin, ya da seni boğarım” diye de tehdidini savurdu. Neye uğradığını şaşıran âbid, artık bir şey yapamayacağını anlayınca Şeytan’a sordu: “Geçenki kavgamızda ben seni çok kolay yenmiştim. İki günde ne değişti ki, bugün sana gücüm yetmiyor?”
Şeytan’ın cevabı mağlûbiyetin sırrını veriyordu: “Sen o gün, o tapılan ağacı kesmeye sırf Allah için gidiyordun. O gün benim sana asla gücüm yetmezdi. Şimdi ise paranı kestiğim için gidiyorsun. Bu gün ise senin gücün bana asla yetmez!” 4
Evet, Şeytanların gücü ihlâslı kullara asla yetmez! 5
İhlâsını ve istiğnasını kaybedenlerin ise Şeytan’lara gücü yetmez! Zira “Ehl-i dünya, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar.” 6 “Din, para tarafından beslendiği müddetçe paranın hizmetinde olur!” 7 Yani para alan emir de alır. O halde “Besleme Hizmetin” şeytaniyetle mücadele gücü yoktur.
HÜLÂSA
Felsefenin şakirdi güce tapar. Gücü de Ben’de, parada, makamda sanır. Güçlü her kimse ondan yana durur. Gücü elde etmek için haramı dahî “zaruret var” diye mubah görür. Böyle yapan kim olursa olsun, farkına varsın veya varmasın, aslında dinsiz felsefenin şakirdine benzemiş olur. Daha ona karşı koyamaz. Baz aside benzediğinde onu nötralize edemez.
Kur’ân talebesi ise Hakk’ın kuludur ve daima hak tarafındadır. Kendi adına âciz bile olsa, Hakk’a dayandığından müstağni ve muktedirdir. Mağlûbiyet ise onun için sorun değildir. Nasılsa “Âkibet müttakîlerindir.” 8 O yüzden gücün değil, hak neyse onun hatırını korur.
Söz konusu “Kızı Fatıma bile olsa.” Hem bilir ki, gerçek kuvvet haktadır ve ihlâstadır; 9 istiğna ve tesanüttedir. Hâlisler için hak dışında başka bir ortak paydada tesanüd ise mümkün değildir. (Haşiye) Küfrün kalın belinin kırılması, hakkı esas tutan böylesine bir ihlâs, istiğna ve tesanüd gücünün neticesidir.
HAŞİYE: “Ehakk” dahî bir ihtilâf sebebi olduğundan ortak payda değildir. O halde kendi önerdiğimiz ve bize göre en mükemmel olan bir çözüm herkes tarafından benimseninceye kadar ittifaka direnmek, ihtilâf içinde beklenen süre boyunca batılın istilâsına müsamaha göstermektir. Bu dahî hakperestlik değildir. Bu âlemin her halinde hayr-ı mahz beklenmemelidir. (Bk. Tulûât)
Dipnotlar:
1- Müslim, Kader 34; İbni Mâce, Mukaddime, 10.
2- bk. Gazâlî, Kimya, 522.
3- Emirdağ L. II/14.
4- bk. Gazâlî, İhya, IV/677-678; Gazâlî, Kimya, 697-698.
5- bk. Sâd 38/83.
6- 19. Lem’a, 4. Nükte.
7- Ali Şerîatî.
8- A’raf 7/164; Hûd 11/49; Kasas 28/83.
9- 21. Lem’a, 3. Düsturunuz.