Zaman, insanın hakikî ihtiyaçlarını gün yüzüne çıkaran bir aynadır. Asrımızın aynasına baktığımızda ise, en temel ihtiyacımızın sağlam bir iman olduğunu açıkça görüyoruz.
Çünkü bu asırda imana olan saldırı, geçmiş devirlerden çok daha şiddetli, çok daha sinsi ve çok daha yaygındır. Teknoloji ilerledikçe kalpler daralıyor, kalabalıklar çoğaldıkça insan yalnızlaşıyor, bilgi arttıkça hikmet kayboluyor. İşte böyle bir zamanda “İmanımızı nasıl kurtaracağız?” suali en büyük meselemiz oluyor.
İman, sadece bir akide meselesi değil; aynı zamanda bir hayat tarzıdır. Bir insan neye inanıyorsa, ömrünü o inanca göre şekillendirir. Bu bakımdan iman, sadece camide, kitapta, dinde değil; evde, sokakta, çarşıda da yaşanmalıdır. Fakat bu zamanda imanî hakikatlere ulaşmak, onları anlamak ve hayata tatbik etmek her zamankinden daha zor. Çünkü zihinler dünyevîleşmenin, kalpler gafletin, nefisler heva ve hevesin istilası altında. İşte böyle bir hengâmda, Kur’ân-ı Hakîm’in asrımıza bakan bir tefsiri olan Risale-i Nur imdada yetişiyor. Risale-i Nur, bu zamanın manevî hastalıklarına Kur’ân’dan ilaçlar sunuyor. Her bir risale, aklı ikna ederken kalbi de tatmin ediyor. Delilsiz inançları değil, tahkikî imanla temellendirilmiş bir inancı öğretiyor. Yani “Niçin inanıyorum?” sorusuna akılcı, hikmetli ve kalıcı cevaplar veriyor. Risale-i Nur’un bu büyük hizmeti, bir cemaatin değil, bütün ümmetin ortak mirasıdır. Çünkü o, doğrudan doğruya Kur’ân’dan beslenen ve imanı kurtarma vazifesini üstlenmiş bir hizmettir.
Bediüzzaman Hazretleri “Her şeyden evvel iman, en evvel iman, daima iman” diyerek bu davanın ehemmiyetini ortaya koymuştur. Çünkü iman varsa her şey var, iman yoksa hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Hastalıklar, musibetler, zulümler, ölümler ve daha nice dünya çalkantıları ancak iman gözüyle anlam kazanır ve sabırla karşılanabilir. İmansız bir gönül ise bu dehşetli hadiselerin altında ezilir, yeise düşer, hayata küser.
Peki imanımızı nasıl kurtaracağız?
Evvela, imanî eserleri sürekli okumak ve anlamaya çalışmak şarttır. Risale-i Nur bu noktada bir mektep gibidir. Her gün az da olsa okuyup tefekkür eden bir insan, farkında olmadan iç âleminde bir tahkimat yapar. Kalbi güçlenir, aklı berraklaşır, ruhu huzur bulur. Bu okuma sadece bilgi değil, bir marifet ve muhabbet yolculuğudur.
İkincisi, cemaatle, kardeşlikle, muhabbetle bu hizmeti paylaşmak gerekir. Çünkü iman tek başına yaşanması zor bir hakikattir. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Bir cemaatin şahs-ı manevîsi, ferdin binler kuvvetini taşıyabilir.” İmanın yaşandığı, konuşulduğu, hatırlatıldığı bir çevre, bu zamanda bir sığınak gibidir.
Üçüncüsü, duayla, ibadetle, ahlâkla bu imanı yaşamak lazımdır. Çünkü iman sadece bir fikir değil, bir haldir. Ahlaka yansımayan, davranışlarda görülmeyen bir iman eksiktir. Bu sebeple, dürüstlük, adalet, tevazu, sabır gibi Kur’ânî ahlâkları kuşanmak imanımızı koruyan zırhlardır.
Son olarak şunu unutmamalıyız: Bu zamanın şartlarında imanımızı kurtarmak, sadece kendi selametimiz için değil, bütün insanlığın kurtuluşu için bir görevdir. Çünkü dünya, sahte çözümlerden yoruldu. Kalpler hakikati arıyor. İşte bizler, Risale-i Nur gibi bir hazineye sahip olarak, bu çağda nurun hizmetkârı olma şerefine nail olabiliriz.
Cenab-ı Hak, bu zamanda imanını muhafaza eden, yaşayan ve yaşatan kullarından eylesin. Risale-i Nur’un dersleriyle kalplerimizi nurlandırsın, akıllarımızı tenvir etsin. Unutmayalım, imanını kurtaran, hem kendini hem de insanlığı kurtarır.