Bundan üç beş sene önce bir parça tasarrufu ile arsa almak için Ankara’daki bir “büyük” emlak komisyoncusuna giden birilerine bir vesileyle biz de eşlik ettik.
“Gidilen yer”de ambiyans muhteşemdi. “Burası bu işi bilen adamlarla dolu, elimi çabuk tutayım ki ben de bir parça parsa kapayım” dedirtiyordu.
Ankara’nın dört bir tarafından uzaktan “seç beğen al” usûlüyle arsa pazarlıyorlardı. Hem de üç senede “bire beş” değer artışı hayali kurdurarak. Bu sırada burunlarından kıl tüy aldırmıyorlardı.
Malzemeler malûm; imar geçecek, emsal artacak, cek cak, cek cak… Zaten “satılan yerlerin hemen yakınına uydu şehirler, üniversite kampusleri, bakanlık binaları vs. planlanıyor”du… Zaten bu işi bilenler “başkanın adamları” idi.
“Paranın peşinat kısmının beşte birini yani gerçek değere tekabül eden kısmını bir bankadaki kanka hesabına yatırmanız lâzım” dendi.
Ama balona dolacak hayallere dair kalan beşte dördünü elden kasaya vermek gerekiyordu. Orada kasa büyüktü. Ve anlaşılan hep “kasa kazanıyor”du.
“Paramıza karşılık teminat senedi verir misiniz” diye saf saf sorulunca cevap “mümkün, ama şartları var, siz de karşı teminat vermelisiniz!” olmuştu. Yani dolap kurulmuştu ve dönüyordu.
“Tapu devri ne zaman yapılacak” dendiğinde de cevap “biz size arsa tapusu vermiyoruz, kooperatife ortak ediyoruz” oldu.
“Bu kooperatifin yöneticileri kim” dediğimizde dananın kuyruğu koptu ve kuyruğun altı göründü. Arkada kimler yoktu ki!
Maliyeden filanca müdürü … Bey, Hazineden feşmekanca başkanı … Hanım, İmardan mamureler müdürü … Abi vs. vs.! Yani hepsi kallavi bürokrat. Ne de olsa Ankara burası.
Yani özetle, o ambiyansta aslında makam koltuğu pazarlanıyordu.
İsimlerin beşte dördü yalan ya da yanlış olabilirdi, ama hepsinin yalan olamayacağı açıktı. Zira içlerinden biri için “birazdan gelecek, bekleyebilirsiniz” denilebildi bile.
Çıktık. Gidene karışamadık, ama bir daha da gitmedik. Köşemizde oturup köşemize yazılarını yazdık. “Okuyucu”lara…
Bunları neden anlattık?
Birilerinin “tosuncuk” lâkabı taktığı (tarif için söylüyoruz, yanlış anlaşılmasın) Mehmet Aydın, tevkifhanede lise mezuniyeti için imtihanlara hazırlanıyormuş.
BirGün’ün haberine göre tv100 muhabiri Devrim Tosunoğlu’nun (soyadı benzerliği değil, dikkate almayınız) “Çiftlik bank sisteminde sizin sadece görünen yüzü olduğunuz ancak çok daha farklı güçler tarafından bu sistemin yönetildiği iddia ediliyor.
Başından beri yalnız mıydınız?” sorusuna Edirne F Tipi Cezaevi’nden şu cevabı vermiş: “Benim o dönemde arkamda bir güç vardı. Ancak bu güç sanıldığı gibi karanlık bir güç değildi. Dönemin sivil, askerî bürokrasiden, bakanlar, milletvekilleri, hâkimler, savcılar, belediye başkanları, kaymakamlar, askeri, polisi her kesimden ‘yürü Mehmet arkandayız, sonuna kadar yanındayız, sen devlet için faydalı olanı yapıyorsun seni destekliyoruz’ diyen yüzlerce insan vardı.”
Önce karanlık güç meselesi. Ne demek istiyor Aydın “arkamdaki güçler karanlık değildi” derken?
“Hepsi gün ışığında çalışıyordu ‘gündüz adam gece kurt’ değillerdi, sahte kimlik, maske vb. kullanmıyorlardı” demek istiyor.
(Bu arada, bir zamanlar “günışığında yönetim”in ilkelerini yazmış olan merhumu, birileri demek hayli yanlış anlamış).
Bu resim aslında derin devletin canlı canlı kıyıyı vurmuşluğudur. Evet kıyıyı!
Peki ne demek istiyor Aydın “sen devlet için faydalı olanı yapıyorsun dediler” derken? Bu işin devletle ne alâkası var?
Bürokrasiyi hizmetkâr olmaktan çıkarır da ceberutlaştırırsanız, bu, “millete zulüm” olur.
Bürokratları, “devlet, evlet, let, et” diyerek koltuğunu parça parça satan adamlar haline getirirseniz bu doğrudan doğruya ve öncelikle devlete ihanet olur.
Devlet denetimdir. Öncelikle denetimdir.
İç denetimi ve yargısal denetimi bitirirseniz devletin ayakta kalıp kalmadığını bile bilemezsiniz.
Kaçana kızmayın. Ne zaman yıkılacağı belli olmayan gösterişli binalarda oturmak zordur.