İslamiyet, ruh, duygu ve dolayısıyla hayatın bütününe denge getirmiş; ölçüsüz, mübalağalı, toptancı yaklaşım ve iftira ile sû-i zânlardan uzak durmamızı öğütlemiştir.
Sû-i zân, başkaları hakkında, kesin olarak bilgimiz olmadığı hususlarda olumsuz ve kötü düşünmektir. Önyargılardan da beslenen sû-i zân, kötüye yorumlayıp kişiyi peşinen kötü kabul etmektir. Manevi bir iftira ve pek çok kötülüğün kaynağı olan su-i zan, dostları da birebirine düşman edip parçalayan bir hastalıktır. Kur’an mealen, “Bilmediğin bir şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb, hepsi de ondan sorguya çekilecektir.”(İsra Suresi, 17/36) diye bizi men eder.
Eline asla silah almamış yüz binler, milyonlara masumlara belgesiz, haksız, hukuksuz, siyasi mülahaza ve toptancı bir yaklaşımla “terörist” denilerek, “iftira, yalan, su-i zan, gıybet, itibar cellatlığı!” yapıldı! Belgesiz, bilgisiz, haksız, hukuksuz olarak bebekler, masum kadınlar, yaşlılar, hafif-ağır hastalar, gençler gayr-i insani şartlardaki hapislere atıldı, enva-ı çeşit işkenceler edildi, maaş, iş, mal-mülk (şirket) hürriyet ve çoluk-çocuklarına el konuldu!
Biz, Hz. Ali’nin (ra) ortaya koyduğu, Risale-i Nur’un takip ettiği “adalet-i mahza, adalet-i tam, adalet-i hakikiye” ile hareket etmekle mükellefiz. Hz. Osman’a (ra) “Kılıcı kim sallayıp şehid etmişse, kısas ile o idam edilecektir! Yoksa diğerlerinin iddia ettiği gibi evi saran ve içeriye giren onlarca asiyi idam etmek değil!..
Bediüzzaman bu hususlarda da bize şöyle ölçüler vermiştir:
“Her şeyi olduğu gibi tavsif etmek gerektir.” (Mektûbât, s. 458.) Herkesi oldukları gibi vasıflandırmak gerekir. Mübalağardan kaçınmalı. Zira, “Mübalâğa ihtilâlcidir… Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek (mübalağa ile güzel gösterip artırmak), devayı dâ’e (ilacı hastalığa, sıkıntı ve zahmetlere) inkılâp etmektir…” (Muhakemat, s. 27.)
“Hücum edenler, bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bazıları ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi; ben ‘Haydar’ derdim, şimdide ‘Haydar’ diyorum vesselam...” (Münâzârât, s. 125.)