“Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlar’a ciddi yapışıyorlar. Ben ‘Kardeşlerim’ dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kastederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır.”
Bediüzzaman Said Nursî,
Emirdağ Lâhikası, s. 156
Risale-i Nur hizmetinde kadınların önemli bir yeri vardır. Üstad Hazretleri, birçok mektubunda, herbiri birer şefkat kahramanı olan hanımların iman hizmetine çok önemli katkıları olduğunu beyan etmiştir. O hanımlar ki, hem kendileri hizmet etmişler, hem Nur talebesi eşlerinin/babalarının hizmet etmeleri için her türlü fedakârlığı göstermişlerdir. Kadınlar taifesinin medar-ı iftiharı olmuşlardır. Nur Talebelerinin hanımları ve kızları olan bu mübarek taife hakkında geçen ifadelerden bazı misaller verelim:
SÜLEYMAN RÜŞTÜ VE KIZI MELİHA HANIM
Üstad Hazretleri onun için “Isparta’nın Sıddık Süleymanı” diyor.
1899 yılında Isparta’da doğdu. Bediüzzaman Hazretleri onun hakkında ’’Bu zâtı mert ve misafirperverlik noktasında âlî bir seciyede gördüm’’ demiştir.
Hizmette feragat sahibi fedakâr bir insandı Süleyman Rüştü. O zulüm ve zorbalık devrinde Kur’ân ve iman hizmetinde hiç fütur getirmemişti.
Tutuklamalar, tevkifler, hapisler, karakollar hayatından bir parça olmuştu âdeta. Bu sebeple sık sık evinden, ailesinden ve çocuklarından ayrı kalırdı. Hattâ bu yüzden zaman zaman evi ile arası açılırdı.
Ama o, Üstadı ve Risale-i Nur Hizmeti yolunda anadan, yardan ve serden geçenlerdendi.
Hayatta olan kızı Meliha, babasıyla ilgili hatıralarını anlatıyor. Meliha’yı hatırladık mı? Risale-i Nur’da adı geçen Meliha, yedi-sekiz yaşlarında küçük bir kız. Hatırlayamayanlar için yardımcı olalım. Emirdağ Lâhikaları’nda geçen bir mektubunda Üstad Hazretleri Meliha hakkında şöyle diyor:
“İki kahraman kardeşin (Süleyman Rüştü ve Burhan) ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüştü’nün mübarek kerimesinin makine ile Zülfikâr-ı Mu’cizat’a çalışmasını … bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz.”1
Süleyman Rüştü Ağabey ise Sikke-i Tadik-i Gaybî’de ondan şu cümlelerle bahsediyor:
“Mu’cizat-ı Ahmediye’ye dair On Dokuzuncu Mektub’un tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediye’ye mazhar yedi çocuğun bahsi geldiği vakitte Meliha isminde yedi yaşındaki kızım umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi. O yedi çocuk bahsini masumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği hâlde, kendine çay verildi. Çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.’’2
İşte bu Meliha, daha çocukken Üstadımızın “yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi” iltifatına mazhar olan ablamız diyor ki:
“Babam hiç evde durmazdı. Ya hizmete gider ya da hapiste olurdu. Annem ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sorduğunda ‘Hizmete gidiyorum’ derdi; fakat geri gelmezdi.’’3
Sizin de hizmete gidip geri gelmediğiniz olmuyor mu? Olmuyorsa vahh bize!
“Babannem çok üzülür hep ağlardı” diyor Meliha.
Muhtemeldir ki; Meliha da ağlamıştır babasının arkasından. Sizin, evden çıkarken ağlayan, “Baba gitme!” diyen küçük kızlarınız yok mu?
Süleyman, küçük Meliha’nın göz yaşlarına dayanamayıp da geri dönmedi. İyi ki de dönmedi. Yoksa bu günkü hizmet nasıl olurdu? Süleymanlar geri dönseydi ezanlar aslına uygun nasıl okunurdu, camilerimizde namazlar nasıl kılınırdı?
Bugün de Nur Talebesi beyler ve hanımlar; çocuklarına ve torunlarına, bu milletin, bu ümmetin çocuklarına daha güzel, daha yaşanır, İslâmî bir hayat bırakmak istiyorlarsa; çocuklarının, hanımlarının, beylerinin sızlanmalarına aldırış etmeden; o sızlanmaları, o gözyaşlarını yüreklerine akıtarak Risale-i Nur hizmetine koşmalıdırlar.
Meliha Hanım anlatmaya devam ediyor:
“Ben çocukken Üstadın köşküne sık giderdim. Üstadın köşkü evimize çok yakındı. Annem yemek yapardı. Annemle beraber giderdik. Annem kapıda bekler, Üstadın yanına ben girerdim, [yemeği verirdim]. Bana lokum ikram ederdi. Köşkünü Üstada veren Şükrü Amcanın kızları vardı ben onlarla oynardım’’ diyor Meliha Hanım.
“Babam evde Risaleleri eliyle yazardı. Sonra teksir makinesi çıkınca Risale-i Nurlar teksirle yazılmaya başlandı. Bizim evde teksir yapılırdı. Babam teksir makinesinin kolunu bana çevirttirirdi. Her çevirmeye bir yaprak çıkardı. Onları serer kuruturduk.’’4
Meliha anlatmaya devam ediyor:
“Babam büyük hapisler dışında Isparta’da da çok yattı. [Büyük hapisler dediği Eskişehir ve Denizli hapisleridir] Evimiz polisler tarafından sık sık basılırdı. Biz çok korkardık.’’
Süleyman Rüştü sadakat ve samimiyetinden dolayı Risale-i Nur’da Üstad Hazretleri’nin övgüsüne mazhar olmuştur.
Süleyman Rüştü’nün Burhan isminde bir de kardeşi var. Üstad Hazretleri Risale-i Nur’da Burhan Ağabey için “Kahraman Burhan, Bahadır Burhan’’ ifadelerini kullanıyor.
Süleyman Rüştü Ağabeyin torunu Mustafa diyor ki:
“Süleyman Rüştü Ağabeyin hayatı hep hapislerde, tutukevlerinde geçtiği için, ailesine ve çocuklarına hep Burhan Ağabey sahip çıkmıştır.”
Bunlar bizim için birer hüsn-ü misaldir.
Süleyman Rüştüler’in, Burhan Çakınlar’ın iman ve Kur’ân hizmetinde yaptıkları fedakârlıkların binde birini bizler yapabilirsek; çocuklarımız için, ümmet-i Muhammed (asm) için İslâmî ve imanî bir hayat bırakabiliriz inşaallah.
ŞAMLI HAFIZ TEVFİK VE EŞİ ZEHRA HANIM
Üstad Hazretleri Barla’ya sürgün olarak geldiğinde ona talebe olanlardan birisidir Şamlı Hafız Tevfik.
Şamlı Hafız Tevfik 1888 yılında İstanbul’da doğdu. Babasının işi gereği Şam’da bulunduklarından dolayı, Şamlı ünvanıyla anılmaktadır.
Çocuk yaşta hafız oldu. Babası Veli Bey de hafız-ı Kelâmdır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Şam’dan İstanbul’a dönerler. İstanbul’a döndüklerinde evlerinin yandığını görürler. Kalacak yerleri olmadığı için annelerinin memleketi olan Barla’ya gelir ve yerleşirler.
Üstad Hazretleri Barla’ya sürgün olarak geldiklerinde, ilk ziyaretçilerinden birisi Şamlı Hafız Tevfik olur.
Üstadımızla tanıştıktan sonra ona talebe ve kâtib olur.
Üstad Hazretleri Risale-i Nur’ın değişik yerlerinde Şamlı Hafız Tevfik’ten ve ailesinden bahsediyor.
Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubunda Üstadımız şöyle diyor:
“Risale-i Nur’un te’lifi başında başkâtip Şamlı Hafız Tevfik’in haremi merhume Zehra, ben Barla’da iken Şamlı Hafız Risale-i Nur’u yazmasına çalışmak için, o merhume, Hafız’ın bedeline, belinde odun taşımakla odun getiriyordu. Ve Hafız’ın işlerini görüyordu. Tâ Nurlar’ı yazsın. Biz de o merhumeyi, o iyiliğine mukabil Risale-i Nur’un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz. Hem dua edeceğiz.’’5
Risale-i Nur’un bugün dünyanın elli küsur diline çevrilmesinde, beyinin bedeline sırtında odun taşıyarak ev işlerini gören Zehra annelerin payı vardır ki, Üstadımız Hazretleri’nin dua ve iltifatlarına mazhar olmuşlardır.
Bu memlekette ezanın Türkçe’den aslına uygun olarak Arapça’ya çevrilmesinde, bu ümmetin çocuklarının tahkikî imanı kazanmasında, bugünkü ders ortamlarımızın oluşmasında, “Sen Nurlara ve Üstadımıza hizmet et, ben belimde odun taşırım” diyen Zehra ablaların büyük payı vardır. Dua ve tebriklerimiz onlara... Allah ebediyen onlardan razı olsun.
Ablalar, bacılar, hanımlar! Yarının dünyasında, yarının Türkiye’sinde, iman ve Kur’ân hizmetinde sizlerin de payının olmasını istemez misiniz?
Elbette istersiniz. Öyleyse hizmetteki beyinize, kızınıza, oğlunuza “üff” bile demeden, hizmet etmesine fırsat tanımalısınız. “Bu dünyevî işleri ben görürüm, sen imana hizmet et” demelisiniz. Ki diyorsunuz da inşaallah.
“Her akşam ders mi olur? Her gün her gün ders mi olur? Başkaları ne yapıyorlar?” cümleleri Nur Talebesi ablalarımızın ve Nurlara dost olanların dillerinde olmamalı. Ki yoktur elhamdülillah.
SAVLI KAHRAMAN AHMED ve KIZI HATİCE HANIM
Üstad Hazretleri Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektubunda şöyle diyor:
“Savalı Kahraman Ahmed’in kerimesi Hatice’nin yazdığı Asa-yı Mûsa mecmuasını Kahraman Tahiri, İstanbul’da birisine emaneten bırakmış. O nüsha hanımları Nurculuğa teşvik ettiği için zayi olmasın. Muattal kalmışsa, lüzum kalmamışsa bana gönderilsin.’’6
Üstad Hazretleri, Ahmed Ağabeyin kızı Hatice’den yine Emirdağ Lâhikası’nda geçen başka bir mektubunda şöyle bahsedecektir:
“Bana gönderdiğiniz Asa-yı Mûsa’dan bir nüsha, cildsiz-yalnız sarı kâğıt cild olmuş… Hem nüshanın üstünde ’On üç yaşında Hatice, Ahmed’in kızı’ yazılmış. Bu Ahmed hangi Ahmed’dir? Hem ona hem kızına bin barekâllah! Bu yaşta bu koca kitabı hem dikkatli, tevafuklu, hem güzel sıhhatli yazmak, masumlar taifesinin bir kahramanlığıdır. Kim görüyor ‘Maşaallah’ der. Buradaki mektep görmüş hanımlarda bir şevk uyandıracak.’’7
On üç yaşındaki Hatice, Üstad’ımıza yazıp gönderdiği Asa-yı Mûsa mecmuâsıyla ilgili kendisiyle yapılan söyleşide şunları anlatıyor:
“Sav Köyü’nden birkaç kişi Üstadımızı ziyarete gitmek için hazırlık yaparlar. Yazılan Risaleleri de beraberinde götüreceklermiş. Yazmaya başladığım Asa-yı Mûsa kitabını tamamlayamamıştım. Babam, Üstadın duasını alayım diye kalan dört beş sayfayı yazarak kitabı tamamladı. Üstadımızın bahsettiği Asa-yı Mûsa kitabı odur. Ben onu ciltlemiş ve güzel süslemiştim.’’8
Üstadımız bu süslenmiş Risalelerle alâkalı olarak şunları ifade edecektir:
“Hem lâtif, hem güzel, zarif bir hadiseyi söyleyeceğim. Bu memlekette Risale-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârane yapışan ihtiyare hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymettar parçaları Risale-i Nur’un eczalarının ciltleri üstüne çekip, bütün Risaleler altın yaldız ile ciltlenmiş gibi bir tarza girdi… Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risale-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Mesela: Asiye, Saniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risale-i Nur’un şakirtleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve dua ediyorlar.’’9
Emin olun, şu ders halkasındaki şevkte belki de en büyük hisse sahibi, Ahmed Ağabeyin 13 yaşındaki kızı Hatice’ye aittir. Haticeler’e aittir.
Ne mutlu Hatice’ye Üstadımızın iltifatına mazhar olmuş. Ne mutlu Haticelere bu gün Üstadımızın iltifatına mazhar oluyorlar.
Ahmed Ağabeyin kızı Hatice bugün hayattadır. Allah uzun ömürler versin.
Hatice Ablamız, babasıyla ilgili sorulan bir soruya şu cevabı veriyor:
“Babam annem ölünce evlenmedi. Annem öldüğünde ben yedi aylıkmışım. Beni anneannem büyütmüş. Babam 42 yaşında vefat etti. Yemeğini kendisi yapardı. Devamlı tuzsuz, yağsız, bulamaç çorbası yerdi.’’10
(Devamı yarın)
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s.151
2-Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Yeni Asya Neşriyat, s.23
3-Isparta Kahramanları, Himmet Koçoğlu, Nesil, s.59
4-Isparta Kahramanları, Himmet Koçoğlu, Nesil, s.63
5-Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, S.184
6-Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s.299
7-Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyst, s.137
8-Isparta Kahramanları, Himmet Koçoğlu, Nesil, s.215
9-Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s.114-115
10-Isparta Kahramanları, Himmet Koçoğlu, Nesil, s.210