Kurban münasebetiyle Altınçay Köyü’ne gitmiştim. Sıramızı beklerken oğlumla dere kenarına indik.
Merakımdan dereye baktım, bir canlı görebilir miyim diye... Kurbağa bile göremedim. Bir tek balık yavrusu bile yoktu. Dere, âdeta bulaşık suyu kıvamında akıyordu.
Bir üst köyün adı Subaşı Köyü. Dere, Altınçay’dan geçip Çayağzı Köyü’nden denize karışıyor. Çayağzı’nda benim de iki bahçemin dibinden geçiyor. Ne yazık ki buralarda da manzara aynı.
Adını bu dereden alan üç köyde de, köylülerin ikrarıyla öğrendim ki tüm atık sularını arıtmadan bu mezkûr dereye veriyorlar. Yetmiyor, ot zehiriyle bahçeleri zehirliyorlar. Fındıkta kullanılanlar başta olmak üzere tüm tarım kimyasalları da yağmur sularıyla bu dereye karışıyor. Tabiî ki oradan da denize…
Seneler önce bu sahillerde rahmetli babamla ağ attığımızda, çeşit çeşit balık yakalardık. Şimdi ise istavrite bile hasret kaldık: kalkan, dil balığı, barbun, kefal...
Subaşı Köyü’nden eski bir dostum, o derede zamanında teneke dolusu balık yakaladıklarını, ama şimdi bir tane bile kalmadığını söylüyor.
Bir veteriner hekim arkadaşımın bir arkadaşıyla sohbetine şahit oldum. Kimyasal gübrelerle yeraltı sularının dahi zehirlendiğini söylüyorlardı.
Menhus bir gelir uğruna altı ay hapis yatmayı göze alarak ormanları yakıp açarak dağları sahiplenen zihniyet, şimdi de umarsızca tüm hayat alanlarını zehirlemekte bir beis görmüyor.
Avlu kazığı yapmak için, evine doğrama kayığına kereste çıkarmak için kestaneleri acımasızca katleden bu zihniyet, yerine bir tek kök kestane dikmiyor. Arıların istifade edeceği kestane ormanları artık yok. Ihlamurlar birer ikişer kayboluyor.
Ormanlarda, babamla alabalığa gittiğimizde gördüğüm yaban kirazları, kocayemişler, karayemişler artık yok. Dolayısıyla ormanda arılar için bile yaşam alanı kalmadı.
Bahçelerimin etrafında ölmüş kuşlar görüyorum. Bu köylü halk, sahip oldukları ormanları, dereleri, toprakları bu kadar acımasızca yok etmeye devam ederek çocuklarına ne bırakmak istiyor acaba?
Yeşil görünümlü bir çöl mü?