Son birkaç aydan beri özel işlerimden dolayı bir koşuşturmaca içinde geçiyor zaman. Hayatı sakin yaşamayı seven biri olarak pek hoşuma gitmiyor bu durum; çünkü insanın ruhu, zamanın fısıldadıklarını duyabilmesi için ağaç gölgesine serilmiş bir seccade gibi hayatın içine serilmeli, böyle yaşamalı hayatı kanımca...
Nedendir bilmem bu tür yorgunlukların, telâşların ardından, zamanın, bizi nehir üzerindeki bir dal parçasıymış gibi sürüklediği hissiyatından kurtulup, bir köşede radyo dinleme ihtiyacı hissediyorum. Görüntülerin aldatıcılığından kurtulup sadece hayal gücümün bana verdikleriyle yetindiğim bir ortama çekilmek ve dinlenmek istiyorum.
Sabahları güneşin bir âyet olup yeryüzünü aydınlattığı, kuşların bir âyet olup gökyüzünde kanat çırptığı, sabah rüzgârının bir âyet olup içime dolduğu bir zamanda; iddiasız, Kur’ân’ın anlamını, sadece bana bırakan bir ses tonuyla radyodan Kur’ân-ı Kerîm dinleyeyim diyorum. İstiyorum ki, sabahın bu vaktinde gözlerimi kapattığımda sadece rüzgârın ve radyodan yayılan Kur’ân-ı Kerîm’in sesi olsun ortamda...
Oradan radyomu alıp yelkovanın ve akrebin pas tuttuğu, zamanın durduğu, hareketli olan tek şeyin eldeki tesbihlerin olduğu, yaşlı bir çiftin evine gideyim diyorum. Beklenen tek şeyin bir sonraki namaz vakti olduğu bir ortamda, iki vakit arasında radyomu açıp sadece ümmîlerin bilebileceği, anlayabileceği kadar dinî bir sohbet dinleyim diyorum. Ayrıntıya girmeden, suyu, evi, camiyi, sokağı, çocuğu, anneyi, babayı, eşi, aileyi anlatan bir sohbet...
Sonra bir tarlabaşına gidip toprağın, buğdayların, kuşun, böceğin, alın terinin olduğu yerlerde; cümlesiz, kelimelerin anlamını yitirdiği günümüzün müziklerine inat; içinde acı, ayrılık gözyaşı, sevinç, mutluluk, sevgi, aşk olan türküler dinleyim diyorum. Yiğidi, sevgiyi, gurbeti, memleketi ve hiç görmediğimiz Zeynep’i, Mehmet’i anlatan türkülere yüreğimin kapılarını açayım diyorum.
İkindi vakti bir ağaç gölgesinde kravatları, doktoraları, tezleri, ünvanları olmayan; inançlarını, duygularını, düşüncelerini iddia haline getirmeyen tanımadığım bir Musa Amca’yı, Zeki Dayı’yı, Fatma Teyze’yi dinleyim diyorum. Eskiye dair ne varsa... Kokusu olsa, kanalizasyon kanallarından geldiğinden bile daha kötü koku gelecek olan televizyon ekranlandan usanan ruhum için, kan görmeden, ölüm görmeden, gözyaşı görmeden; görüntülerin bilinçaltımıza hücum yapamayacağı radyo kanallarından haberler dinleyeyim diyorum. Var olan kötü şeylerin sürekli gösterilmesiyle, tekrarlanmasıyla; var olacak olan kötü şeylerin oluşması için ortam hazırlandığına, beslendiğine inandığım televizyon ekranlarının uzun, kara haberlerine karşı, kısa ve öz haberler dinleyeyim.
Günün yorgunluğunu atmak için radyodan müzik dinleyeyim diyorum. Kelimelere güvenmeyen, kelimelerin her şeyi anlatamayacağını bilen enstrümental bir müziğin tonlarına, yelkensiz bir geminin ilerleyişi gibi, ruhumu usulca bırakayım diyorum. Tatlı bir kış akşamı, dışarıda lapa lapa kar yağarken süt gibi beyaz, temiz su gibi billur bir Türkçeyle radyodan konuşan insanların konuşmalarını dinleyim diyorum. Temiz Türkçe konuşmanın, temiz düşüncelere bağlı olduğunu bilen, hayata temiz gözlerle bakabilen televizyon ekranlarına çıkamayacak kadar popüler olmayan/olamayan köşede bucakta kalmış insanların konuşmalarını...
Akşamın ilerleyen saatlerinde, çalışma odama çekilip kitaplarımın yanında; mum ışığında, günümüzün içi boş, bunaltı edebiyatı dolu kara kitaplarının bir sayfasının bile yer almadığı radyo programlarından, yaprakları sararmış bir romanı; dışardaki kar dinene kadar, tabaktaki mum sönene kadar, göz kapaklarım kapanana kadar dinleyim diyorum, dinleyim diyorum...