Düşündüm de; biz kalem erbabı olarak, âleme nizam verirken, iç âlemimize dönüp, kendimizle hesaplaşıyor muyuz?
Yumruklarımız havada, Kudüs’ün hürleşmesi için mücadele verirken, Ayasofya’nın hürleşmesi için ne yaptık? Yani dış dünyaya meydan okuyarak harcadığımız enerjinin, iç âlemimize karşı ne kadarını kullandık? Halbuki, bu beden, bize verilmiş bir emanet. Mevcut emaneti “Mülkün Sahibi”ne tam teslim edecek ve hakkıyla iade edebilecek miyiz?
*
Önce kalbimizi yoklayalım; şimdiki tabirle “check” edelim.
Şahsî ibadetimizi yaparken, aksatıyor muyuz? Kıbleye, bütün ruh-u canımızla yönelebiliyor muyuz? Dünya hayatı ve maişetim için ayırdığım zamanı terk edip, çocuklarıma ve uhrevî hayatıma ayırıyor muyum? İç âlemimize yolculuk ederken, nefsimizle ne kadar uğraşıyoruz?
Bu konuda eksiklerimiz olduğu aşikâr. Bütün samimiyetimizle bu konuda eksik olan yanlarımızı revize etmemiz elzem.
*
Fani ve fena işlere ayırdığımız zamanı “ebedî âlem” için ayırmamız gerektiği görülüyor.
Misal; ben sayısız duygu ve cihazlarla donatılmışım. İç âlemime verilmiş olan “hasse”lere baktığımda, fani bir dünya için değil, ahiret ve beka için yaratılmış olduğumu görüyorum. Yani her bir duygum ahirete yönelik... Madem öyle, o halde bize verilmiş olan bu pusula, bize “ebedî bir âlemin yolcusu” olduğumuzu göstermez mi? Madem yolcuyuz, dünyayı geçici bir “han” olarak görmemiz gerekiyor.
Aşık Veysel’in hasta yatağında okuduğu şu satırlar gibi:
“Dünya dedikleri bir büyük handır
Veysel durmaz ağlar bunca zamandır
Az yaşar çok yaşar sonu verandır
Bir gün göçüm çeker ömür kervanı”
*
Dünyaya alışmak gibi bir lüksümüz yok. Kabre girmek için nazlanmanın bir anlamı olmadığı gibi. Gelen gidiyor, kimse burada daimî değil... Madem yolcuyuz, bir yere doğru gidiş, bir menzil var demektir.
Yunus’u da hatırlayalım:
“Sen sende iken menzil alınmaz.
Bahri olmadan gevher bulunmaz.”
*
Bizler madem “sefer-i imtihan”dayız... Öyle ki, âlem-i ervahtan, rahm-ı madere... Dünyadan, kabre... Berzah âleminden de haşre... Sırat sınavından da “maksud-u menzil”e. Yani “ebedî saadet yurdu” olan Cennete!
Bunun için ömür sermayemizi çok dikkatli ve hesaplı kullanalım. Zira geçmiş zamanın telâfisi yok. Zamanı geldiğinde buradan çıkacağız. Öyleyse bu dünyadan göçerken “aziz” olarak çıkalım.
Bediüzzaman Said Nursî’nin, gençliğimde beni çok etkileyen şu sözüyle yazıma nihayet vereyim: “Vücudunu Mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.” (Mesnevî-i Nuriye)
Sanıyorum gerçek “beka sorunumuz” bu olmalı.