Bugün sokağa çıkıp önümüze gelene mikrofon uzatıp “Müslümanların en büyük düşmanı kimlerdir?” diye soracak olsak, her halde Siyonistler ve ABD, şeklinde cevap alırız.
Bunun yanında İngilizler, Fransızlar, Doğu Türkistan Türklerine eziyet eden Çinliler diye cevap verenler de bulunur. Halbuki, bundan yüz yıl önce, Bediüzzaman Hazretleri, düşman olarak üç şey sayıyor: 1- Cehalet, 2- Zaruret, yani fakirlik, 3- İhtilaf, yani ayrılık.
Bu sözü söylediği zaman, Osmanlı Devleti çöküş sürecini yaşıyor, çeşitli cephelerde mağlubiyetler alınıyor. İslâm birliğinin temsilcisi olan hilâfet makamı sarsıntı içinde bulunuyor. Başta İngilizler olmak üzere Avrupa ülkeleri Osmanlı topraklarını parçalamak için hazırlanıyorlar. Kısaca, dört tarafımız düşmanlarla kuşatılmış vaziyette iken, Bediüzzaman en büyük düşman olarak cehalet, zaruret ve ihtilafı görüyor. Bunlara karşı da, san’at, marifet, İttihat silâhıyla cihad edeceğiz diyor. Topla, tüfekle, donanmayla, ordularla demiyor. Çünkü topa, tüfeğe gemiye sahip olmak için önce bunları yapacak bilgiye, gayrete ihtiyaç olduğunu biliyor.
Bugün İslâm âleminin içinde bulunduğu geri kalmışlığın ve perişanlığın sebebi, yukarıda sayılan üç maddedir. Müslümanlar, İslâm’ın ilk emri olan “oku” emrine uyarak din ilimlerini ve fen ilimlerini birlikte tahsil etseydi, “İnsan için çalıştığının karşılığı vardır”1 emrine imtisalen sanat alanında gayret gösterseydi, bölünmek, parçalanmak yerine, ittihad-ı İslâm’a sarılsaydı, bugün dünyanın en modern silahına ve teknolojisine sahip olurduk. O zaman ne 20 milyon Siyonist çetelerinin esamesi okunur, ne 350 milyon Amerika 2 milyarlık İslâm âlemine kafa tutabilirdi. Zamanın tabibi, yüz yıl önce hastalığımızı teşhis etmiş, tedavi yollarını da göstermişti. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâmdır”2 diyerek, ittihadın ehemmiyetini ifade ediyordu. Millî şairimiz Mehmed Akif de, “Girmeden tefrika millete düşman giremez/Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” diyerek, tefrikanın, ayrışmanın ne kadar zararlı olduğuna dikkat çekiyor.
Müslümanların birinci düşmanı ne İsrail, ne ABD, ne İngiltere, ne Rusya ne Çin’dir. Üstadımız yüz yıl önce düşmanımızı tesbit etmiş, onunla nasıl mücadele edeceğimizi de bildirmiş. Cehaleti alt etmedikçe, zaruretten kurtulmadıkça, itilafı ortadan kaldırmadıkça, başka düşmanlara galip gelemeyiz. Bunun yolu da, Kur’ân’dan süzülen Risale-i Nur reçetesini istimal etmek, onu okuyup okutmaktan geçmektedir
Bugün de İslâm âlemi aynı dertten muzdarip hâldedir. Kur’ân’dan terkip edilen Risale-i Nur eczaları, her hastalığımıza kâfi ilaçları ihtiva ederken, biz bunları bakmayıp, Avrupa’nın işe yaramaz ilâçlarından çare arıyoruz. Müslümanların derdini kendine dert edinenler, dertlerin dermanını da göstermişler, ümmeti bu dertlerden kurtarmaya çalışmışlardır. Bunlardan birisi de, Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbâl’dir. O da Bediüzzaman gibi, Mehmed Akif gibi, Müslümanların derdine aynı teşhisi koyuyor ve şu mısralar ile çareyi gösteriyordu: “Ekmek dolu sepeti başında taşıyorsun/ Bilmiyor şundan bundan ekmek dileniyorsun.”
Bediüzzaman’ın işaret ettiği bu üç düşman işimizde dururken, dışarıdan düşman aramaya lüzum yoktur. Bu düşmanları alt edersek, başka düşmanlar bize vız gelir. Çare kendi değerlerimizde, çare Kur’ân’da ve Risale-i Nur’da.
Dipnotlar:
1- Necm Suresi: 39.
2- ESDE, s. 57.