“Eğer her çağda İslamın yeniden canlandırılması için mücadele eden büyük müceddidlerin gelmesi İslam tarihinin bir geleneği ise, o halde Bediüzzaman Said Nursî kesinlikle Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün fena şöhretli rejiminin kötülükleriyle mücadele etmek üzere Allah tarafından gönderilen böyle bir müceddid idi.”
Bediüzzaman, M. Kemal’in rejimiyle mücadele etti
Eğer her çağda İslâm’ın yeniden canlandırılması için mücadele eden büyük müceddidlerin gelmesi İslâm tarihinin bir geleneği ise, o halde Bediüzzaman Said Nursî kesinlikle Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün fena şöhretli rejiminin kötülükleriyle mücadele etmek üzere Allah tarafından gönderilen böyle bir müceddid idi. Bediüzzaman’ın takipçileri hâlâ hızlı bir şekilde güçlenmeye devam ediyor. Tüm engellere rağmen, disiplinli takipçileri barışçı yollarla İslâmî tecdidi gerçekleştirmek için edebiyat, eğitim ve diğer çalışma alanlarında ellerinden geleni yapıyorlar.
Bediüzzaman 1873’te[1] Bitlis’in Hizan kazasına bağlı küçük bir köyde doğdu. Kürtler arasında dünyaya geldi ve anne babasının soyu önemli bir aileye dayanıyordu. Dokuz yaşındayken, büyük ağabeyi onu mahallî okula gönderdi. Birkaç yıl sonra, daha ileri seviyede ilim tahsili için bazı ilim merkezlerine gitmek üzere doğduğu yerden ayrıldı. Kısa bir zaman içinde Kur’ân, İslâm hukuku, hitabet, felsefe, tarih ve coğrafya dallarında uzmanlaştı. Allah vergisi olağanüstü bir hafızaya sahipti ve netice itibariyle Kur’ân’ı, en önemli Arapça lügatleri ve Şeriat üzerine bazı kitapları ezberlemeye muvaffak oldu... Henüz genç yaşta iken, fen ilimlerini öğrenmenin önem ve gerekliliğinin farkına varmıştı. Yoğun geçen hayatı boyunca, müspet ilimlere alâkasını arttırarak devam ettirdi. Kısa zaman içinde matematik, biyoloji ve bazı yabancı dillerde yeterliliğe ulaştı. Onun şaşırtıcı yeteneği ve ilmi zamanın gazete ve dergilerinde yaygın bir biçimde yer almıştı. Sabahları düzenli gazete okuması onun siyasete olan alâkasını göstermekteydi.
Çok sade, dürüst ve disiplinli bir hayat sürdü. Her ne zaman bir meselede şüpheye düşse, Hazret-i Peygamber’in (asm) “Bir şey hakkında şüpheye düşersen, onu bırak ve şüpheli olmayanı tercih et” talimatı doğrultusunda şüpheli hareketten içtinap etti. Bu suretle hayatının her döneminde ne zaman zor bir durumla karşılaşsa, Kur’ân’ın ayetleri veya Hazret-i Peygamber’in (asm) sözleri ona yol gösteriyordu. Yiyecekler hakkında şüphelendiğinde onları yemekten kaçınıyor, sebzeyle ve bitkisel gıdalarla yetiniyordu. Yemeğinin bir kısmını karıncalarla paylaşmayı alışkanlık haline getirmişti. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle cevap verirdi: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”
Bir gün İngiliz Sömürgeler Bakanının söylediği şu söz dikkatini çekti. “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ellerinden almalıyız, ya da onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” Bediüzzaman haklı bir öfke ile beraberindekilere şu sözleri ilân etti: “İngiliz bakanının dine karşı bu hürmetsizce emellerine karşı, Allah’ın izniyle hayatımı ne pahasına olursa olsun Kur’ân dâvâsına adayacağım.”[2]
Bu ilândan sonra İstanbul’a gitti[3] ve Kahire’deki Camiü’l-Ezher modelinde Medresetüzzehra üniversitesini kurmak için girişimlerde bulundu.
Güzel bir tevafukla, El-Ezher Rektörü o sırada İstanbul’a bir ziyaret gerçekleştirdi, böylece Bediüzzaman ile görüşme fırsatı yakaladılar ve İslâmi konular hakkında müzakerelerde bulundular.
Sultan 2. Abdülhamid’in Jön Türkler tarafından 1908’de devrilmesinden sonra,[4] Bediüzzaman İttihat ve Terakki Partisi olarak bilinen siyasî teşkilatla karşılaştı.
Bu parti kendisini dindar bir teşkilat gibi tanıtsa da, gerçekte masonlar tarafından idare ediliyordu.[5]
Bediüzzaman, halkı Kur’ân’ın emrettiği yoldan ayrılmaması için tekrar tekrar ikaz etti. Kur’ân’ın yolundan farklı bir hayat tarzının, Batı medeniyetini kabullenmek olacağı ve bu durumda da Türklüklerinin sadece isimden ibaret kalacağı uyarısında bulundu.
İttihat ve Terakki Partisi’nin liderleri, Bediüzzaman’ın bu faaliyetine müsamaha göstermediler ve netice olarak Bediüzzaman’ı Mart [6] 1909’da tutukladılar. Arkadaşlarının 19’u idam edildi. Bunların idamına hükmeden aynı mahkeme, Bediüzzaman’ı da muhakeme edecekti. 15 kişiye daha idam kararı verdikten sonra, mahkeme reisi Hurşid Paşa Bediüzzaman’a döndü ve sordu: “Sen de şeriat istemişsin?”
Bediüzzaman cevapladı:
“Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım…” [Divan-ı Harb-i Örfi, s. 19]
“Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için, ‘O gün ki, bütün sırlar ortaya serilir. (Târık Sûresi: 9)’ sırrınca, kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, İstanbul’un acaip ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum…” [Divan-ı Harb-i Örfî, s. 18]
“Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki: “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazlar ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz…” [Divan-ı Harb-i Örfî, s. 18]
Bediüzzaman yargılandı ve halkın yoğun protestoları sonucu Divan-ı Harp ona beraat verdi. [7]
İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra Şam’a gitti.[8] Orada Emevî Camii’nde büyük âlimlerin önünde coşkulu bir hutbe verdi. Bu hutbede genelde modern dünyanın ve özelde de İslâm âleminin hastalıklarına şu teşhisleri koydu:
1. Ümitsizliğin hâkim olması
2. Sosyal ve siyasi konularda doğruluğun kaybolması
3. Muhabbetin yerini düşmanlığın alması
4. Müslümanlar arasındaki ihtilaf
5. İstibdadın yayılması
6. Bencillik [9]
Bediüzzaman Arap-Türk ittihadının İslâmî bir yeniden doğuşun / uyanışın temeli olacağını dâvâ ederken, Müslümanların gelecekte var güçleriyle gayret göstermeleri halinde İslâm medeniyetinin, süflî hevesler ve karşılıklı ihtilaflarla bozulmuş olan ve İlâhî rehberlikten mahrum olan Batı kültürünün yerine geçeceğini de ilân etti.
Şam ziyaretinden sonra, bütün zamanını İslâmî ilimlerin ve modern bilimlerin birlikte okutulacağı yeni bir İslâm Üniversitesi’nin kurulmasına harcadı, fakat Birinci Dünya Savaşı bu girişimi yarım bıraktı.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Türk ordusuna katıldı. Fevkalade cesaretiyle kısa bir sürede subaylık rütbesine terfi etti.[10] Bulunduğu ordugâhta arkadaşlarına ve talebelerine Kur’ân’ın çeşitli mevzularında dersler verdi. Yüzlerce asker onu dinlemek için etrafında toplanırdı. Bir süre sonra düşmanla yapılan muharebelerde taburundaki tüm askerler şehit düştü. Üç dört talebesiyle birlikte, üç düşman hattını yardı ve 33 saat boyunca elinde tüfekle, bir bacağı kırık olmasına rağmen, bir kanalda gizlendi. Fakat sonunda Ruslar tarafından esir edildi.
Bir gün Rus Generali Nikola savaş kampını ziyaret etti ve Bediüzzaman haricinde tüm esirler onu selamlamak üzere ayağa kalktı. General ona kendisinin kim olduğunu bilip bilmediğini sorduğunda Bediüzzaman cevap verdi:
“Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç’tir. (…) Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde imân vardır. Kendisinde imân olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir [üstündür]. Ben ona kıyam etseydim [ayağa kalksaydım], mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.” [Şuâlar, On Dördüncü Şuâ]
Bunun üzerine kurulan Harp Divanında yargılanıp idama mahkûm edildiğinde, idam edilmeden önce iki rekât namaz kılmak istedi. Bazı arkadaşları gidip generalden özür dilemesini rica ettiler. Fakat yalnızca şu cevabı verdi: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir.” [Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı]
Son anda gelen Rus komutanı ondan özür diledi ve ‘Beni affedin!’ diye ricada bulundu. “O hareketinizin mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz” (Tarihçe-i Hayat) diyerek, verilen idam hükmünü geri aldırdı.
MERYEM CEMİLE (1934-2012) KİMDİR?
Alman asıllı Yahudi anne ve babanın çocuğu olan Meryem Cemile, 1934 yılında New York’ta ‘Margaret Marcus’ olarak dünyaya geldi. Yahudi okulunda eğitim gören Cemile, sonraki yıllarda okuduğu Kur’ân-ı Kerim’in İngilizce meâlinden çok etkilendi.
New York Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenimini sürdürürken geçirdiği bir hastalık nedeniyle 2 yıl eğitimine ara vermek zorunda kalan Cemile’nin bu süre içinde okumaya bolca vakti oldu. Meryem Cemile aynı zamanda önemli İslâmî şahsiyetlerle de iletişim kurdu. Cezayir’de El-Beşir el-İbrahimî’ye, Cenevre’de Said Ramazan’a, Suriye’de Maruf el-Valibî’ye ve Kahire’de tutuklu bulunan Seyyid Kutup’a mektuplar gönderen Cemile’nin hayatının dönüm noktası ise Mevdudi ile tanışması oldu. Cemile’nin, Mevdudî ile mektuplaşması yaklaşık 3 sene sürdü.
Margaret Marcus 1961 yılında New York’taki Brooklyn Camii’de Müslüman oldu ve adını “Meryem Cemile” olarak değiştirdi. Müslüman olduktan sonra ABD’de birçok zorlukla karşılaşan Cemile, Mevdudi’nin teklifi üzerine 1962’de Pakistan’a gitti.
Pakistan’da iki yıl Mevdudî’nin evinde kalan Cemile, daha sonra Cemaat-i İslâmî’nin önde gelenlerinden Muhammed Yusuf Han’la evlendi ve 5 çocuk sahibi oldu.
Meryem Cemile, Pakistan’ın Lahor kentine gittikten sonra bir daha ABD’ye dönmedi ve 31 Ekim 2012’de burada vefat etti.
Filistinli mülteci Ahmed Halil’in hikâyesini anlattığı ilk kitabını 17 yaşında kaleme alan Cemile’nin toplam 17 kitabı ve 70’in üzerinde kitapçığı bulunuyor.
Cemile’nin “Kendini Mahkûm eden Batı”, “İslâm ve Çağdaş Öncüleri”, “Mevdudi ile Mektuplaşmalar”, “Oryantalizm”, “Batı Uygarlığı ve İnsan” isimli eserleri Türkçe’ye çevrildi.
NUR-THE LİGHT’TAKİ MEKTUPLARINDAN
Risale-i Nur, imanın mutlak zaferi
“Meryem Cemile’den Mektup
Risale-i Nur’un emsâlsiz muvaffakiyeti: İmansızlık Devrinde İmanın Büyük Zaferi
Benim “Türkiye’de Büyük Bir İslâmî Hareket” isimli risâlemi aldığınızı bildiren mektubunuz ve onun Nur-Ocak sayısındaki ilânı beni son derece memnun etti. Nur-The Light’ın “Namazın hikmeti ve gayesi (Dokuzuncu Söz)”, “Kur’ân’ın İlâhî kaynağının ispatı” ve Bediüzzaman Hazretlerinin “İslâm Âleminin ilerlemesine mani sebepler”i ihtivâ eden bilhassa bu Ocak sayısı sanki Allah tarafından hususan bana gönderilmişti ki, son senelerde cevaplarını bulamayarak ruhen bana çok ıztırap veren suallerimi tam tamına hallediyordu. Yani, bu zamanın insanı; materyalizm, dinsizlik ve imansızlığın sel gibi akan tahribatına maruzken ve İslâm memleketlerinin acıklı durumu da gözler önünde iken nasıl imanını kurtarabilir ve muhafaza edebilir? Keza bu, bir Müslüman için mecburiyettir ve ümitsizliğe düşmemek, ne olursa olsun cesaretini kaybetmemesi de şarttır. Bunun ancak söylemesi kolaydır. Evet, bu şartlarda bir insan nasıl imanını muhafaza edebilir, nasıl dinî ve uhrevî değerlerini bu dehşetli hücumlara karşı elinde tutabilir?
Bunun bir cevabı, tarihteki büyük Müslümanların ve zamanımız dünyasında yaşamış büyüklerin hayatlarını örnek almak olabilir. Daha kesin ve şümullü bir cevabı ise, Risale-i Nur’un vücuda getirildiği ve çok müşkülâtla yazıldığı vasatın şartlarını gözümüzün önüne getirip ondan ders almaktır. İnsan hayali bu şartlardan daha zor ve mukavemetsûz bir vaziyeti tahayyül edemez. Milletinin mağlûp edildiği ve memleketinin işgal edildiği I. Dünya Harbi’nin büyük talihsizliği hengâmında ümitsizliğe kapılmak, cesaretini kaybetmek için her türlü sebepler mevcuttu Hazret-i Bediüzzaman için. Yedi asırdan fazla İslâm’ın bayraktarlığını yapan Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştı. Türkler, İslâm tarihindeki en acıklı mağlûbiyetlerden birine duçar olmuşlardı. İslâm birliğinin sembolü olan Halifelik kaldırılmıştı. Acı mağlûbiyetin halet-i ruhiyesi ve düşmanların işgalinin sebep olduğu aşağılık kompleksinin tesiri altında iken, müstebit idare kurtuluşun tam manasıyla Avrupa’yı taklit etmek ve onun bozulmuş kültürünü rehber kabul etmekle temin olunacağına Türkleri ikna etmişti. Bunu takiben Şeriat kaldırıldı, bütün dinî okullar kapatıldı; İslâmî görünüşün sembolü olan fes, giyenlere ölüm cezası verilmek sûretiyle yasaklandı. Avrupa tarzında elbise giymek kanunla emredildi. Kadınlar, dininin ve vicdanının gereği elbiseleri giyemez oldular. Kur’ân yazısı yasaklanarak yerine lâtin alfabesi kondu. Ve yapılan lisan reformu ile tarihin zengin İslâm hazinelerine sahip Osmanlıların ilmî ve eserleri, yetişmekte olan nesillere kapatılmış oldu. İslâmî ruhtan mahrum, köksüz bir nesil yetiştirilmeye böylece başlandı.
İşte bu şartlar altında Risale-i Nurların yazıldığını nazara alırsak, o Kur’ân’ın apaçık bir mu’cizesi ve materyalist felsefe ve dinsizlik fırtınalarına maruz bu asrın Müslümanlarına Rahmet-i İlâhiyenin bir lütfu idi. Müellifinin muhteşem İmanı ve talebelerinin yüksek cesaret ve himmeti de tevfik-i İlâhiye mazhardı. O, imanın bu modern asırda gerçek bir zaferidir. Ve Nur-The Light, sahifelerinin dünyaya neşredilmesi ile İman ve İslâm dâvâsına büyük kuvvet vererek bu zaferi her tarafa duyurmuş, ne kadar maniler olursa olsun İ’lâ-yı Kelimetullah hizmetinde mü’minlere büyük bir ümit ve şevk vermiş ve vermektedir.
Meryem Cemile
Pakistan, 11 Mart 1977
(Nur-The Light, Şubat-Mart 1977 sayısından alınmıştır)
Yeni Asya’nın notları:
[1] Bu tarih, Risale-i Nur Enstitüsü’nün araştırmaları neticesi, 1878 olarak tesbit edilmiştir.
http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=3/23/2000&TextID=147 [2] Bu sözün aslı şöyledir: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!”
http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=TarihceiHayat&Page=44[3] O konuşmadan haberdâr olması 1898/1900, İstanbul’a gitmesi ise 1907’dir.
[4] 2. Meşrûtiyet’in îlânı 1908, Abdülhamid’in hal’i 1909 tarihindedir.
[5] Bediüzzaman’ın İttihat ve Terakkî’ye bakışı toptancı değildir. Meşrutiyet inkılâbının başlangıcında bu partinin önde gelenleriyle olumlu diyaloglar kurmuş, ancak daha sonra bir kısmıyla yolları ayrılmıştır. Nitekim kendisi “Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?” sualine verdiği cevapta “Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lâkin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar” demektedir.
[6] 17 Nisan 1325 [30 Nisan 1909].
[7] Beraat kararının, halkın yoğun protestosundan ziyade Bediüzzaman’ın müdafaasındaki hakkaniyet, cesaret ve tutarlılıkla izahı daha isabetlidir.
[8] Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ından anlamaktayız ki, Şam’a gitmeden önce Van’a geçmiş, bölge aşiretlerini gezerek onlara hürriyet ve meşrutiyetin güzelliğini, İslâm’la olan ilişkisini anlatmış, bu sohbetleri daha sonra “Münazarat” isimli eserini netice vermiştir.
[9] Bu hastalıklar, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye isimli eserindeki orijinal ifadeleriyle şu şekilde geçmektedir:
* Ye’sin [ümitsizliğin] içimizde hayat bulup dirilmesi.
* Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
* Adavete muhabbet.
* Ehl-i imanı birbirine bağlayan nûranî rabıtaları bilmemek.
* Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
* Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
(Hutbe-i Şamiye, s. 2)
[10] Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ındaki bilgiler, kendisinin I. Dünya Savaşı’nda Van-Bitlis cephesinde “gönüllü alay komutanı” olarak mücadele ettiğini gösteriyor.
DEVAM EDECEK
Tercüme: ICBA ekibi
Editör: Faruk Soylu ve Muhammed Şeviker