Devletin yapısı geçmişte dinsizliği siyasetine alet ederek dindar, muhafazakâr, hamiyetli insanları sıkıntıya soktu. Buna tepki olarak da toplum, geniş halk kesimi, mevcut yapıyı iktidara getirdi. Bu yapı da gelir gelmez ferahlatıcı, temel hak ve hürriyetleri esas alan hürriyetçi bir anayasa taslağı ortaya koyması gerekirken devletin istibdadî yapısını, sopasını eline aldı.

Moderatör: Konuşmanızda bahsettiğiniz güvenlik bürokrasisinin hedefi, insanların gizli ajandası mı, yoksa iman ve Kur’ân hizmeti midir? Güvenlik bürokrasisinin tehdit ve tehlike olarak gördüğü ve berhava etmek istediği şey acaba yapılanmalardaki gizli ajandalar mı, yoksa samimî iman ve Kur’ân hizmeti mi hedefe oturtuluyor? Önde başka, arkada başka bir maksat mı var? Bir taşla birden fazla kuş mu avlanmak isteniyor? Açıkça hedef ve maksadını ortaya koyan, hiçbir gizli ajandası olmayan bir dâvâyı mı ortadan kaldırmak istiyorlar?
Av. Akbaş: Devlet dediğimiz aygıt, olgu, yekpare bir parça değil. Birbiriyle çekişen, birbiriyle çelişen, birbirini dengeleyen, kollayan, gözetleyen güç gruplarından oluşuyor. Bunu en somut Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görürsünüz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hemen her grubun, her tarikatın, her düşüncenin, her cemaatin bir uzantısı, o cemaatin kanaatlerini Diyanet’te temsil eden bir parçası vardır. Ama bütün bunlardan da ortaya bir Diyanet İşleri Başkanlığı çıkar.
Risale-i Nurlar’ın neşri konusunda yapılan toplantıda Sayın Mehmet Görmez bana “Neden Diyanet İşleri Başkanlığı’na itimad etmiyorsunuz” dedi? Ben de “Hocam size elbette ki hem itimad ediyoruz hem de size sevgi ve hürmet besliyoruz. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bir bütün olmadığını biliyoruz” dedim. Bir kamu tüzel kişiliği var, aynı zamanda da birbirini dengeleyen, birbirini gözeten güç grupları var. Farklı anlayışlar, farklı kanaatler orada ya Daire Başkanlığı ya da Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı statüsünde temsil imkânı buluyor.
BANDROL MESELESİ
Ve hepimizin bildiği üzere Risale-i Nur’un bandrol meselesinde bunlardan bir kısmı bizim gibi düşünürken bir kısmı tam tersine başka şeyler hesap ettiler. Ben de bunu bildiğimden Sayın Görmez’e mevzunun nihayetinde “başkan yardımcılarınız arasında Risale-i Nur Külliyatı’nın neşrine mani olmayı kendi şeyhinden aldığı derse binaen farz bir vazife telâkki eden birileri var mı yok mu?” diye sordum. Tebessüm ettiler. Ben de böyle bir kişinin Diyanet İşleri Başkanlığı vazifesine getirilmesinin mümkün olduğunu anlatıp ardından da böyle birinin başkan olması ve “Sözler’den iki bin nüsha basın onu da depolarda tutun” demesi halinde Risale-i Nur’un neşrini nasıl sağlayacağımızı bilemeyeceğimizi anlattım. “O kadar da korkmayın, ürkmeyin, Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir zaman Risale-i Nur’a muarız olmamıştır” dedi. Ama malûm, sıra Şuâlar’a geldi ve süreç yarım kaldı. Sonrası basılamadı.
Yani güvenlik ve istihbarat bürokrasisi de tek bir parçadan ibaret değildir. Bir kısmı anayasal düzenin korunması konusunda hassastırlar. Bir kısmı devletin Kemalist ideolojisinden sapmasına karşı hassastır. Bir kısmı da dinî grupların devleti dönüştürme arzusu ve iradesi konusunda hassastır. Onları kullanan zındıka komitesi ise aslında dinimize düşmandır.
Dolayısıyla özünde devleti hedef alan, devlet üzerinde, bürokratlar üzerinde etkin olmayı birincil amaç gören bir anlayış zındıka komitesinin işini kolaylaştırdı.
LİYAKATLİ İNSANLAR YÖNETSİN
Moderatör: Seminer dizimizin başlığı başlığı “Adalet ve Liyakat”. Biz arzu ediyoruz ki memleketi liyakatli insan yönetsin. Bunu nasıl elde edebiliriz?
Av. Akbaş: Maalesef biraz önce bahsedilen devletin yapısı geçmişte dinsizliği siyasetine alet ederek dindar, muhafazakâr, hamiyetli insanları sıkıntıya soktu. Buna tepki olarak da toplum, geniş halk kesimi, mevcut yapıyı iktidara getirdi. Bu yapı da gelir gelmez ferahlatıcı, temel hak ve hürriyetleri esas alan hürriyetçi bir anayasa taslağı ortaya koyması gerekirken devletin istibdadî yapısını, sopasını eline aldı. Başka bir biçimde toplum üzerine uyguluyor.
Biraz önce de demiştim, bir iktidar değişikliği olduğunda geçen 17 yıllık sürede ortaya konan kötü örnekler sebebiyle bunun bazı sonuçları olacak ve sıkıntılı bir süreç yaşanacak. Şimdi toplum bu cenderenin içerisinde bir tercih yapmak zorunda kalıyor.
Bu gün hâkim olan hukuk güvenliği anlayışı 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinin çok gerisinde. Bugünü bir teminat, güvence olarak değerlendirmek doğru olmaz. Yanıltıcı olur. 12 Eylül döneminin uygulamalarını hatırlayalım. Yeni Asya Gazetesi kapatıldı, aynı binada aynı kadroyla Yeni Nesil Gazetesi yayınlanmaya devam edildi. Yeni Nesil kapatıldı, aynı binada, aynı kadro ile Tasvir Gazetesi’nin yayınına başlandı. Bugün herhangi bir basın organı hakkında bir kapatma kararı verilir ve bir ithamda bulunulursa bütün malvarlığı müsadere ediliyor.
ÇIKIŞ KAPISI
Moderatör: Ne yapılabilir?
Av. Akbaş: Bütün bu yaşananlardan sonra Türk halkı dindar insanların kamu otoritesiyle, devlet eliyle, onları dindarlaştırmayacağına, kamu otoritesinin dinin, dindarların elinde ıslah edici bir araç, argüman olarak görmeyeceğimize dönük bir samimî beyanla birlikte yaşamanın, demokratik bir anayasa yapmanın önünü açacaktır. Bugün toplumda, geniş anlamda kimsenin başörtüsünden bir rahatsızlığı olduğunu sanmıyorum. Münferit itiraz ve beyanlar bir tarafa bırakılırsa bu serbestiyet toplumun tamamı tarafından benimsenmiş durumdadır. Kimsenin, mescitlerden, camilerden, ezanlardan bir rahatsızlık duyduğunu sanmıyorum. Birilerini rahatsız etmek için inadına ezanın sesini yükseltmezseniz kimse ezandan rahatsız olmaz. Birilerini rahatsız etmek için uluorta cemaatle namaz kılmazsanız, yani ihlâs sırrına uygun hareket ettiğiniz sürece dinin herhangi bir emrini yerine getirmenizden dolayı kimseyi rahatsız etmezsiniz, maksadınız başka bir şey değilse tabiî.
Bugün hem din hem de dindarlar aleyhine çok ağır bedeller ödendiğini, ödettirildiğini, dinin ve dindarlığın geniş halk kesimleri nezdinde itibarının hızla yitirildiğini görmemiz gerekiyor.
Çıkış kapısı var mıdır? Vardır. Bir Demokrat parti gerçeği var önümüzde. Ülkücü camia açısından İyi Parti örneği var önümüzde. Bugünden daha ağır bedeller ödetilen bir süreç olmayacaktır. Şunu gördük, bir koalisyon iktidarı, ülkenin güvenlik ve istihbarat bürokrasisinin hürriyetler ve insan hakları aleyhine, devlete ve hükümete nüfuz etmesinin de önünde bir engeldir, dengeleyici bir fonksiyon icra etmektedir. Bugün bir kişiyi “ikna” ederseniz ona her şeyi yaptırabilirsiniz.
Kutlular Abinin rahmetli Demirel’den aktardığı bir anekdot var. 28 Şubat dönemindeki görüşmeleri sırasında Kutlular Abi Demirel’e cumhurbaşkanı olarak tavrıyla ilgili serzenişte bulunuyor. Demirel de, “Mehmet Bey, her hafta devletin istihbarat ve güvenlik birimlerinden onlarca rapor gelir. Bir müddet sonra gerçeğin ne olduğu, neyin hayal, neyin gerçek olduğu konusunda emin olamazsınız. Çankaya köşkü böyle bir yer. Siyasî parti lideri gibi çok farklı kanallardan bilgi alma imkânınız azalır. Halkla doğrudan temasınız kesilir. İl ve ilçe teşkilâtlarından gelen bilgi akışı kesilir. Gelen bütün bilgi istihbarat ve güvenlik birimlerinden gelir. Bunların hepsi sürekli yönlendirici mahiyettedir. Bir müddet sonra bunların etkisinden kurtulamaz hale gelirsiniz. Bu raporlarda yazılan her şeyi hakikat telâkki etmeye başlarsınız” diyor. Bu ifadeler bir yönüyle aslında rahmetli Demirel’in ve sonrakilerin Çankaya Köşkü’nde nasıl bir tecrit altında yaşadığının da itirafıdır.
Şimdi ele aldığımız mesele toplumsal bir gerçeğe de dayanıyor. Bütün toplum şu an şaşkın bir vaziyette. Yani hırsız bizden olunca makbul. Dolandırıcı başına takke giyince masum kabul edilen bir anlayış var. “Bizim hırsızımız iyidir”. Adam takke giymiş, memleketi dolandırıyor. Buna sırf takke giydiği için dolandırıcı diyemiyoruz. Hz. Muhammed (asm) diyor ki “İnsanların en adisi, en alçağı kimdir biliyor musunuz? Kendisine güvendirip, ihanet edendir.”
12 Eylül hukuksuzluğu
12 Eylül hukuksuzlukların zirve yaptığı bir dönemdi. 12 Eylül’de yaşanılan süreçten bahsettim. 28 Şubat sürecinde yargı büyük ölçüde 28 Şubat sürecinin, askerî otoritenin dayattığı şeylere karşı direndi, büyük ölçüde direndi. İdarî uygulamalarda bile çoğu memur bir yıl iki yıl açığa alındı, sonrasında kamu görevinden çıkarılmak gibi bir müeyyide ile karşılaştı. Kimse bir sabah kalktığında kendisinin ismini bir kararnamede okuyup ihraç edildiğini öğrenmedi. Benim avukatlığını yaptığım çoğu başörtülü bayan o dönemde uzun süre açıkta kaldıktan, ücretlerinin 2/3’sini aldıktan sonra ihraç edildiler. O dönemde çoğu hakkında emre itaatsizlikten dâvâlar açıldı.
Bir dizi anlamsız suçlamalara maruz kaldılar. O günün hâkimleri dâvâları, yargılamaları sürüncemede bırakmak gibi bir yolu tercih ettiler. Yani hemen beraat kararı vermeye cesaret edemediler, ama yargılamaları sürüncemede bırakarak, nihayetinde beraat kararı verdiler.
28 Şubat sürecinde, “Nurculuk yapıyor” diye Yeni Asya Vakfı’nın kapatılması ve malvarlığına el konulması için dâvâ açılmıştı. Mahkeme üç farklı resmî bilirkişiden rapor almış ve üç bilirkişi de aleyhimize rapor vermişti. Belki on klasör evrak hazırlık yapmıştı idare. 28 Şubat’ın en etkili olduğu dönemde üç aleyhte bilirkişi raporuna ve müfettişlerin on klasör evrakı dosyaya yığmalarına rağmen mahkeme dâvâyı reddetme cesareti göstermişti. O dönemin izlerinin devam ettiği bir dönemde Yargıtay cesaretle o red kararını onadı. O dönem biz hukuka uygun davranılmayacağı yönünde bir endişe, kaygı yaşamadık. O günlerde Kutlular Abiye, gelen aleyhte raporlardan bahsedince, “hukuk işliyor, siz hukukî açıdan gerekenleri yapın inşallah netice lehimize olur” demişti. Gerçekten de öyle oldu.
Bugün güvenlik bürokrasisinin on klasörlük aleyhte raporuna rağmen bir mahkemenin aynı şekilde hukuka uygun davranabileceğini söylemek mümkün değil. Türkiye’deki dinî gruplar, cemaatler, sivil toplum, sağda ve soldaki muhalif anlayış, hiçbir dönemde olmadığı kadar ağır bir baskı ve tehdit altındadır. Yani bugün yaşanan hukuksuzluk, ne 12 Eylül dönemiyle ne de 28 Şubat dönemiyle kıyaslanamaz durumdadır.
-DEVAM EDECEK-