"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Mustafa Sungur’dan Başbakana mektup

01 Aralık 2021, Çarşamba 02:07
VEFAT YIL DÖNÜMÜNDE BİR KEZ DAHA RAHMETLE YÂD ETTİĞİMİZ MUSTAFA SUNGUR AĞABEY, 1949 SENESİNİN SONUNDA DÖNEMİN BAŞBAKANI ŞEMSEDDİN GÜNALTAY’A YAZDIĞI MEKTUPTA ÂYETÜ’L-KÜBRA VE RİSALE-İ NUR’U ANLATMIŞTI.

YENİ ASYA - İSTANBUL

***

15/12/1949

Sayın Başbakan 

Şemseddin Günaltay

Milletin saadeti ile saadetlenmek, dertleriyle dertlenmek iktiza eden vazifenizden bir istirhamım var. Enstitü mezunu bu gencin şekvalarını ve arzularını beş on dakika dinlemenizi hakikat namına rica ediyorum.

Ben, Kastamonu Göl-Köy Enstitüsü’nden mezun oldum. Ve muallim olarak kendi köyümde vazifede iken Bediüzzaman Saidi’n-Nursî’nin eserlerinden yeni harfle yazılmış Âyetü’l-Kübra Risalesi elime geçti. Okudum. O zamana kadar dinin kudsiyetine ait hiçbir malûmatım yoktu. Hatta enstitüde türlü türlü vesilelerle İslâmiyetin ve Kur’ân’ın aleyhinde propagandalarla kalbimizdeki ma- neviyat inançlarını silmeye uğraşıyorlardı. Hayatın yalnız bu dünyada olduğu, maneviyatın mevcut olmadığı, Kur’ân’ın beşer tarafından yazıldığı ve Kur’ân’ın ancak o zamanki insanlara bir faide verdiğini, fakat bu asırda fen, felsefe ilerlemiş, artık Kur’ân’a ihtiyaç olmadığı, daha buna benzer telkin ve konferanslarla maneviyatımızı tamamen söndürmeye çalışıyorlardı.

İşte bu şekil din ve iman aleyhinde zehir saçan telkinlere kapılarak İslâmiyet’e aykırı bir duruma gelen ve herkese de İslâmiyet aleyhinde zehir saçan ve bütün ahvaliyle, sözü ile dalâlet taraftarı bu genç, Bediüzzaman’ın işte o Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni okuduğum zaman inancımın yanlış olduğunu anladım. O risale o kadar harika deliller, hem o kadar parlak ve hakikatli temsiller, hem o kadar zahir bürhanlar, hem en yüce bir ilim ve çekici bir üslûpla bu Kâinat Hâlıkının varlığını ispat ediyor ki; içimden gelen sonsuz takdir ve hayranlıkla bu eseri alkışladım. Kendimi bu ve buna benzer eserlere çok, hem pek çok muhtaç olduğumu anladım. Ve bu Âyetü’l-Kübra şuâının müellifi Bediüzzaman Saidi’n-Nursî’nin başka eserleri var mı diye aramaya başladım. Elhamdülillah… Öyle bir ihsana, öyle büyük bir hazineye nail olmuşum ki; ilim ve irfan saçan yüksek bir üniversite halinde 130 risaleyi hâvi Risale-i Nur kütüphanesine kavuştum. İçimden doğan ve şedit ihtiyaçtan gelen sonsuz bir iştiyakla o Nur eserlerini okumaya başladım.

Elhamdülillah… Muhtaç ve müştaklara iman dağıtan, zulmette kalan bîçare ve taliplere nurlar saçan her bir Nur Risalesini okudukça manevî zehirler eriyor, yerlerini nurlara, manevî ışıklara terk ediyordu.

O her bir Nur Risalesi’ni okumakla bu kâinatın tek bir Hâlıkının mevcudiyetine inandım. Çünkü; zerrelerden yıldızlara, güneşlere kadar bütün mevcudat, nizam ve intizamla hareketler ile her şeye kâdir bir tek Hâlıka işaret ediyorlar. Küçücük sineğin kanadından ve göz bebeğindeki hüceyrecikten tut, tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüz’î ve küllî en mükemmel bir intizam bulunması şeksiz ve kat’î bir surette Vacibü’l-Vücud’un mevcudiyetine şehadet eder. 

“Nasıl gündüzde çalkanan bir deniz yüzünde ve akan bir nehir üstündeki kabarcıklarda görünen güneşçikler, gitmeleriyle arkalarında gelen yeni kabarcıklar aynen gidenler gibi güneşçikleri gösterip, gökteki güneşe işaret ve şehadet ederler. Zeval ve vefatlarıyla bir daimî güneşin mevcudiyetine ve bekâsına delâlet ederler. Aynen öyle de her vakit değişen kâinat denizinin yüzünde ve tazelenen hadsiz fezasında ve zerrât tarlasında ve bütün hâdisâtı ve fani mevcudatı kucağına alarak beraber çalkanan zaman nehrinin içinde mahlukat mütemadiyen, sür’atle akıp gidiyorlar. Zahirî sebepleriyle beraber vefat ediyorlar. Her sene, her gün bir kâinat ölür, bir tazesi yerine gelir. Zerrât tarlasından mütemadiyen seyyar dünyalar ve seyyal âlemler, mahsulatı alındığından elbette kabarcıklar, güneşçiklerinin zevalleriyle daimî bir güneşi gösterdikleri gibi, o hadsiz mahlûkat ve mahsulat vefatları ve zahiri sebepleriyle beraber kemâl-i intizamla terhisleri gündüz gibi şüphesiz, güneş gibi zahir bir katiyette bir Hayy-ı Lâyemût’un, bir Şems-i Sermedî’nin, bir Hallâk-ı Bâkî’nin ve bir Kumandan-ı Akdes’in vücub-ı vücudu ve vahdeti ve mevcudiyeti kâinatın mevcudiyetinden bin derece daha zahir ve kat’îdir, diye bütün mevcudat ayrı ayrı ve beraber şehadet ederler. 

İşte kâinatı dolduran bu yüksek sesleri ve kuvvetli şehadetleri işitmeyen ve kulak vermeyen ne derece sağır, ahmak ve câni olduğunu elbette anladınız.”

“Bu misafirhane-i dünyaya gelen her zîşuur, gözünü açtıkça görür ki; bir kudret, bütün kâinatı kabzasında tutmuş. Ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezelî, ihatalı bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mizansız, faidesiz hareket etmeyen bir sermedî hikmet ve inayet o kudretin içinde bulunup, zerrât ordusundan bir tek zerreyi meczub Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği gibi, küre-i arzı aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede yine bir meczub Mevlevî misillü gezdirir. Mevsimlerin mahsulatlarını hayvan ve insanlara getirdiği aynı kanunla, aynı zamanda, güneşi bir mekik, bir çıkrık yaparak, merkezinde cezbedarâne ve cazibekârâne döndürüp, Manzume-i Şemsiye ordusu olan seyyarat yıldızlarını kemal-i mizan ve intizamla vazifelerde çalıştırır. Ve aynı kudret, aynı zamanda, aynı kanun-u hikmetle, zemin sahifesinde yüz binler kitap hükmünde yüz binler nev’leri beraber, birbiri içinde, iltibassız, sehivsiz yazar, haşr-i azamın binler nümunelerini izhar eder. Ve aynı kudret, aynı zamanda hava sahifesini bir yazar-bozar tahtasına çevirir. Bütün zerrelerini birer kalem uçları ve o kitabın noktaları hükmünde emir ve iradenin onlara tayin ettiği vazifelerinde istimal ederek ve bütün o zerrelere, her birine öyle bir kabiliyet vermiş ki, güya bütün sözleri ve konuşmaları bilir gibi alır, neşreder, şaşırmaz. Küçücük birer kulak, incecik birer lisan olarak istihdam edip, unsur-u hava, emir ve irade-i İlâhinin bir arşı olduğunu ispat eder.

İşte, bu kısa işarete kıyasen, bu kâinatı bir muntazam şehir, bir mükemmel apartman ve misafirhane, bir mu’cizâtlı kitap ve Kur’ân hükmüne getirip, heyet-i mecmuasından ta bir zerreye kadar bütün mahlûkat tabakalarını ve dairelerini ve taifelerini mizan-ı ilim ve nizam-ı hikmetle kabzasına alan, tasarruf eden, kudreti içinde hikmetini, rahmetini gösteren ve rububiyet-i mutlakası içinde mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş ve gündüz gibi bildirip tanıttırmasına mukabil, imanla tanımak ve sevdirmesine mukabil ubudiyetle sevmek ve ihsanatlarına mukabil şükür ve hamd isteyen böyle bir Rahman-ı Rahimi tanımayan ve ubudiyetle Onu sevmeye çalışmayan, belki inkâr ile Ona bir nevi adavet taşıyan insan suretindeki şeytanlar, birer küçük Nemrud ve Firavun hükmünde nihayetsiz bir azaba elbette müstehak olur.” diye Risale-i Nur, yüzer bin sahifeleriyle ve nüshalarıyla mevcudatın ve her bir taife-i mahlûkatın lisanlarıyla bu Kâinat Hâlıkının varlığını ve birliğini ispat ediyor. 

Kur’ân hakkında:

“Kırk vecihle mu’cize olduğu Zülfikâr Mecmuası’nda ispat edilen, ve on dört asrı nurlandıran, ve nev-i beşerin beşten birisini tebeddül etmeyen kanunlarıyla idare eden, ve o zamandan şimdiye kadar bütün muarızlara meydan okuyup hiç kimse hattâ bir sûresinin mislini getirmeğe cesaret etmeyen ve Âyet-ül Kübra’da isbat edildiği gibi altı ciheti nuranî, şüpheler giremeyen ve altı makam-ı kübra hakkaniyetine imza basan ve sarsılmaz altı hakikatlere dayanan ve her zamanda yüzer milyon lisanlarla şevk ve hürmetle okunan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalplerinde kudsiyetle yazılan ve âlem-i İslâm’ın bütün şehadetleri ve imanları onun şehadetinden tereşşuh eden ve bütün ulûm-u imaniye ve İslâmiye onun menbaından akan ve o eski semavî kitapları tasdik ettiği gibi, bütün kütüb ve suhuf-u semaviyenin manevî tasdiklerine mazhar bulunan Kur’ân-ı Azîmüşşan:”

“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası, ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.”

“Kur’ân arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için, bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem bütün semavat ve arzın Hâlık’ı namına bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.”

“Kur’ân, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ ve nokta-i istinadı, bi’l-yakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye; içi, bilbedahe hâlis hidayet; üstü, bizzarure envar-ı iman; altı, biilmelyakîn delil ve bürhan; sağı, bi’t-tecrübe teslim-i kalp ve vicdan; solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an; meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan; makamı ve revacı, bi’l-hadsi’s-sadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı semavîdir.”

DEVAM EDECEK

Okunma Sayısı: 2704
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Toygar

    1.12.2021 14:10:53

    Bir de şimdikine yazabileydi iyiydi! Allah Üstad'a komşu eylesin.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı