"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bediüzzaman’ın vasiyetnameleri

22 Mart 2013, Cuma
FİKRÎ HAKLAR MEVZUATI AÇISINDAN NUR RİSALELERİNİN NEŞRİ VE İŞLENMESİ - 2

—GEÇEN HAFTADAN DEVAM—
b) Bediüzzaman’In malvarlığı ve terekesi
1.
Bediüzzaman, mal-mülk, bilhassa gayrimenkul sahibi olmamıştır. Talebelerinin hatıralarında geçen “Üstadın evi,” “Üstadın arabası” gibi varlıklar ya hakikaten ya da hükmen talebelerine ait olmuştur.
2. Bediüzzaman kitaplarının satışından elde edilen gelirleri kendi şahsî serveti olarak görmemiş, Risalelerin neşrine hizmet eden hizmet ehli talebelerinin iâşesine ve neşir hizmetlerine vakfetmiştir. (Bu hâliyle bu gelirler bir tür vakıf döner sermayesi olarak düşünülebilir).
Kendi sağlığında, telif ücretinden elde edilen parayı bu şekilde harcamıştır.
Vefatından sonrası için de birikmiş olan telif ücretlerini, “kendi mirasının bir parçası” olarak görmemiş, “Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi” dediği bir tür tüzel kişilik oluşturarak hem kitaplarını, hem de gelirlerini vakfetmiştir. Vakfın idaresini ise aşağıda üzerinde durulacak olan vasiyetname ile belirlediği ve yine “Nur Talebelerinin şahs-ı manevisi” dediği ve bir tür tüzel kişilik olarak tarif ettiği talebelerine bırakmıştır.
Risalelerden elde edilmiş olan mevcut gelirlerin Bediüzzaman’ın vefatı sırasında kimin elinde bulunduğu, ne kadar olduğu ve hangi amaçla nerelere sarf edildiği hususunda bazı hatıra beyanlarında bazı bilgiler vardır. Ancak bu paralar konumuzun dışında olduğundan ayrıntıya girmiyoruz.
3. Bediüzzaman’ın eserlerinin kendisine gelince;
Bediüzzaman’ın 23 Mart 1960’ta Şanlıurfa’da vefatından sonra Tereke Hakimliğince listesi düzenlenen terekesinde, vefatı esnasında yanında bulunan menkul eşyası kaydedilmiş, ancak telifatı listeye dahil edilmemiştir.
Sonraki tarihte de eserlerinin bir listesi çıkarılmış ve resmen beyan ya da tescil edilmiş değildir. Bu durum kanaatimizce bir “unutma”dan değil, aşağıda ele alacağımız vakfetmeye bağlı olarak, yanında bulunan talebelerince ortaya konulan bilinçli bir tercihten kaynaklanmaktadır.

c) Bediüzzaman’In vasiyetnameleri
1.
Bediüzzaman vefatından önce vasiyetname yazmış ve manen vakfettiği eserlerinin “neşri işini” yine manen ve vasiyeten görevlendirdiği bazı talebelerine bırakmıştır. Böylece Risaleler üzerinde var olan ve kapsamını aşağıda açıklayacağımız fikrî mülkiyet hakkını “kanunî mirasçılarına intikal edecek bir malvarlığı hakkı” olarak kendinde tutmamış, mirasının dışına çıkarmıştır.
Ancak Bediüzzaman bunu yaparken o günün şartlarında mümkün olan hukuka uygun yolu tutmayı ya bilhassa tercih etmemiş ya da buna gerek duymamıştır. Şöyle ki;
2. Yenisinin 2002 yılında kabulü ile yürürlükten kalkan 1926 tarihli Medenî Kanuna göre vasiyetname ancak resmî vasiyetname veya el yazısıyla vasiyetname şeklinde düzenlenir. Ancak çok istisnaî hallerde sözlü vasiyet de caizdir.
Bediüzzaman’ın Emirdağ Lâhikası’nın 2. cildinde yayınlanmış olan vasiyetnameleri “resmî vasiyetname” türünden değildir. Şu halde elyazısıyla vasiyetname olarak geçerliliği üzerinde düşünülebilir.
El yazısıyla vasiyetnamenin geçerli olması için eski MK. 485 gereğince, vasiyet edenin (musanın) kendi el yazısı ile yazılmış ve “imza” edilmiş olması, gün ay ve yıl biçiminde tarih atılmış olması (ve düzenlendiği yerin de yazılmış olması) gerekir. Bir de müteveffanın ölümünden sonra da olsa ilgilisinin bu vasiyetnameyi sulh hakimine tevdi edip tenfizini istemesi gerekir.
Araştırmalarımızdan anladığımız kadarıyla Bediüzzaman vasiyetnamelerinin devlet katında da (hukuken de) geçerli olması için özel bir gayret sarf etmiş değildir. Diğer ifadeyle Risalelerin telif ve neşrinde gösterdiği fevkalâde ihtimamı, vasiyetnamesinin resmîyeti ve muteberiyeti konusunda göstermemiştir.
3. Bu durumun en önemli sonucu, en mühim metrukatı (terekesi) durumunda olan Risalelerin neşir haklarının kime ait olacağı meselesinin, resmî ve dünyevî hukuk nazarında, ortada ve belirsiz (muallakta) kalmış olmasıdır.
4. Bu durumun vasiyetnameye ve Medenî Kanuna ilişkin hukukî bilgi eksikliğinden kaynaklanmış olamayacağını düşünüyoruz. Zira Bediüzzaman’ın bilhassa 1950’den sonra avukat talebeleri vardı, isteseydi en azından onlara danışarak hukuka uygun bir vasiyet düzenleyebilirdi.
Muhtemel bir sebep 1950’li yıllar itibariyle hukuk düzeni açısından henüz “akredite” olamamış bir Külliyat’ın ve talebelerinin hukukî statülerinin en azından o tarih itibariyle önemli olmayışıdır.
Başka bir sebep, Bediüzzaman’ın, devletin düzenine ve güvenilirliğine itimat etmek ve Risaleleri de bu güvene tevdi etmek yerine, talebelerine itimat ve onlara eserlerini tevdi etmeyi daha uygun görmüş olmasıdır.
Diğer bir muhtemel sebep de şu olabilir: Risalelerin neşri yetkisinin ahlâken ve vicdanen ve dolayısıyla “fiilen” kime ait olduğu, “kanunen” kime ait olduğundan daha önemlidir. Bu açıdan bakıldığında kim Risalelere “talebe” olarak sahip çıkarsa o neşredebilecek demektir.
Nitekim “Nur Talebesi”nin tarif edildiği cümlede (Mektubat, s. 329) “Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin” denilmektedir. Bu tarifte, “Risalelere (Sözler’e) kendi malı gibi ya da kendi telif ettiği eser gibi sahip çıkmak” ve “hayatını Risalelerin neşredilmesine vakfetmek”, birlikte anılmaktadır.

d) Bediüzzaman’In vasiyetnamelerine göre risaleler üzerindeki hak sahipleri
Emirdağ Lâhikası’nda yayınlanmış olan vasiyetlerden, neşir hakkı hususunda yetkinin kimde ya da kimlerde olduğu, dolaylı da olsa anlaşılmaktadır.
Şöyle ki:
1. Bediüzzaman Emirdağ Lâhikası’ndaki (s. 118) ilk vasiyetinde şunları söylemektedir:
“Aziz, sıddık kardeşlerim ve varislerim,
“Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukatım ve Risale-i Nurdan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahiri olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime (Kardeşim Abdülmecid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Atıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih) vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukatım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”
Bu vasiyetten çıkan en önemli mânâ, Bediüzzaman’ın, vasiyetini, dünyevî hukuk kuralları karşısında hukuken değer taşısın diye değil, Allah katında ve Risalelerin kıymetini bilecek kişiler nezdinde kıymet ifade etsin diye ve sünnet olarak yazmış olduğudur.
2. Telif gelirlerinin harcanma metodu ile ilgili olarak yine Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildindeki (s. 417) diğer bir talimatı (vasiyeti) da şu şekildedir:
“Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına vermek, hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.
“Şimdiye kadar birkaç senedir tayınatları verilen Nur Talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de muhafaza etsinler.”
Bu vasiyette Bediüzzaman yeni ya da ilâve isimler belirtmediğine göre aslında yeni bir vasiyet değil, belki bir teyid ve tekid yazısıdır. Şu hükümler çıkarılabilir:
* Risale-i Nurun neşir gelirleri neşriyat hizmetinde bulunan ve fakat kendi iaşesini teminden aciz bulunan bütün talebelere tahsis edilmiştir.
* Bu tahsisatın dağıtılması işi de doğrudan neşir işi ile ilgili ve görevli talebelere aittir.
*Gelecek yıllarda hizmetkâr talebe sayısı artacak, ama gelirler de artacak ve yine denk biçimde dağıtılmaya devam edilecektir.
Bilhassa bu son hüküm, gelirlerin toplanması, muhafazası, nemalandırılması ve ilgililerine dağıtılması konusunun kurumsallaştırılmasını gerektirmektedir.
3. Emirdağ Lâhikası’nda ikinci ciltte daha sonraki sayfalarda (s. 446) yer alan diğer bir vasiyet şudur:
“Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin tayınlarını neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. Âzamî ihlâsı kırmamak için, Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (biçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakirtlerinin şahs-ı mânevisinin kemâl-i sadakati bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.
“Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.”
Üsttekilerle birlikte düşünüldüğünde, bu mektup-vasiyetten çıkan mânâlar şunlardır:
nVekil ya da varislerin isimleri kısmen değiştiğine göre, Bediüzzamanın Risalelerle ilgili bütün yetkisi, vefatından sonra, isimleri verilen ve verilmeyen “talebelere” ait olacaktır.
*İsimleri verilen talebeler, “neşir hizmetinde talebe olarak” diğer talebelerin “fevkinde (üstünde)” değildir.
* Telif gelirinden elde edilecek olan paraların hizmette bulunanlara iaşeleri için nafaka olarak aktarılmasında uzun süreli ya da ömür boyu tahsis söz konusu değildir, “fiilî durum” önemlidir.
4. Aynı sayfadaki diğer bir mektup da şöyledir:
“Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ecel muayyen olmadığı için, benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye, evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi teyiden bu vasiyetname de şiddetli, dahilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki:
“Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi, hem mu’cizâtlı Kur’ân’ımızı tab ettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’ân’ın tevafukla ve fotoğrafla tab’ına ait. Yanımızdaki sermaye ise, Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye, Cenâb-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, yetmiş küsur sene evvel, o zamanın âdetine muhalif olarak, kendim fakirliğimle beraber onların tayınlarını verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbânî olarak, o zamandan elli altmış sene sonra Cenâb-ı Erhamürrâhimîn o örfî âdete muhalif kaidemi mânevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve tayınlarına sarf edilecek. Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî evlâtlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum. İnşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirtlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale mânevî evlâtlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itibarıyla bana hiç ihtiyaç kalmadığı için, âlem-i berzaha gitmek benim için medâr-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.
“Çok hasta Said Nursî
“Evet, biz Üstadımızın bu vasiyetine şahidiz: Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet, Safranbolulu Hüsnü, Ermenekli Zübeyir, Çoğollu Bayram”
Bu vasiyetname de yukarıdaki iki vasiyetnamenin hükümlerini teyit etmek üzere kaleme alınmıştır.
5. Emirdağ Lâhikasında (s. 432) yer alan ve konu ile ilgili olan diğer bir mektup şu şekildedir:
“Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, yasak olmayan daktilo makinesiyle intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehra’nın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur Talebelerinin tayınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.
“Medâr-ı hayrettir ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayınatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tâhir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının, bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inâyet-i İlâhiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hurufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilâyet vüs’atindeki mânevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayınatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.
“Halbuki, o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nurun teksirine sarfettiği halde, yine Nurun nüshaları acip bir tarzda hem kendine, hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen kanaatim geldiğinden, vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum:
“Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayınat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar ‘Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?’ dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.
“Şimdi mânevî evlâtlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyir, Ceylân, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nurun kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.”
Bediüzzaman bu vasiyetnamesinde de isimler konusunda bir sınırlama getirmemekte, “gibi zatlar” diyerek, ismi verilenlerin diğerleri için “örnek kişiler” durumunda olduğunu göstermektedir.
6. Sikke-i Tasdik-i Gaybî’deki bir mektup ise konu hakkında bilhassa ışık tutucudur (s. 61):
“Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimad ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup, tanımadığım birisiyle, sabık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.
“Hem aynı zamanda, Tunuslu ve âlim kardeşlerimizden ve buraya kadar geçen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat’tan buraya yazıyor ki: ‘Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz Risalesi muhafaza edilsin. Ta ki, ileride tab edeceğiz.’ Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri ağlattırdı.”
Vasiyetnamelerde adı geçmeyen ve fakat Risaleleri neşretmek isteyen bir talebenin bu mektubunun neşrine Bediüzzaman’ın izin vermesi, sayılan isimlerin sınırlı sayı olmadığını gösterir, denilebilir.
Anlatılacak olan manevî haklar konusunda Risale yayıncıları arasında işbirliğini ve kontrolü sağlayacak bir tür meslek birliğinin kurulmasının gündeme gelmesi de kaçınılmaz görünmektedir.

—DEVAMI HAFTAYA—

PROF. DR. AHMET BATTAL
Turgut Özal Ünv. Hukuk Fakültesi
Ticaret Hukuku Öğr. Üyesi

Okunma Sayısı: 12654
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı