Bu yıl da büyük bir coşku ile vefatının 738’inci yılında andığımız, kendisine Fatihalar bağışladığımız, 1207’de gözlerini dünyaya açan, Sultan-ı Ulema lâkaplı Bahaeddin-i Veled Hazretlerinin harika oğlu Muhammed Celâleddin, meşhur ünvanıyla Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’dir. Rum diyarında şöhret şiâr olduğundan ve oraya hicret ettiklerinden “Romî ve Rumî“ lâkabını almıştır. “Mevlâna” ismi ise “sevgili, sevilen” mânâsındadır. Hepsini birden birleştirdiğinde karşımıza “Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rumî” çıkmaktadır. Bir de Mevlânâ Cami ve Mevlânâ Halid-i Bağdadî vardır. Bazı kişiler bu üç Mevlânâ’yı, hatta sözlerini de birbirine karıştırırlar.
Suların ve enerjinin bir kaynağı, merkezi ve havzası olduğu gibi, Hz. Mevlânâ’nın da bir kaynak ve havzası vardır. Hikmet dolu sözlerini ve ateşîn ifadelerini ve aşk ve sevgi dolu feryatlarını takip ettiğimizde, bu müthiş ve insana inşirah veren tesbitlerinin kaynağının Kur’ân-ı Hakim ve Hz. Peyggamber (asm) olduğu gün gibi önümüzde, kalbimizde, gönlümüzde ve aklımızda görünür. Elbette uyanık gözleri, kalpleri ve akılları kast etmekteyim. Tahkiklerini, kıyaslarını, neden ve niçinlerini araştırmak ve bir manada derunî tefekkür etmek lazımdır. Hâl dili, gönül dili vs…
İhtifalin ilk günlerinde davet edildiğimiz ulusal Kon TV’de canlı yayında Zehra hanımın suâllerine muhatap olduğumuzda da söylemişimdir. Hz. Mevlânâ kendi ifadeleriyle net, açık ve yorumlara mahal bırakmadan şöyle diyor: “Men bende-i Kur’ânem eger can darem, Men hak-i rehi Muhammed Muhtarem, / Eger nakl-i küned cüz in kes güftarem, / Bizarem ezü vez an sühan bizarem“ Yani “Canım var olduğu müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim / Hz. Muhammed’in (asm) yolunun tozu toprağıyım. / Kim bu sözümden başka söz nakl ederse / O sözden de ve onu söyleyenden de şikâyetçiyim.”
Arif Nihat Asya’nın “Mevlânâ Konya, Konya Mevlânâ demek” ifadesinin güzelliği içinde Konya Büyükşehir Belediyesi, Konya girişine, Hz. Mevlânâ’ya atfedilen ve bir çok yazı, kitap ve makalelerde yer alan, haddi zatında Hz. Mevlânâ’nın 5 kitabında olmasa bile aynı manaları ihtiva eden Hz. Mevlânâ’nın meşhur 7 beytini çelik ve büyük levhalarla asmışlar. Gelen giden de bizlerden bunu soruyor. Aslında Konya’da yan gelip yatmak yok, sualler var ve daima tozları dökmek ve silkelenmek var. Keşke halı olsak da silkeleseler!
Bu meşhur 7 beytin bir iki tanesi ile de makalemi güzelliştirmek istiyorum. Meselâ: “Hiddet-ü asabiyette ölü gibi ol.” Bu sözün manasını takip ettim, evvelâ beni babalarından sonraki hocası büyük âlim Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin şu ifadesine götürdü: ”Öfkeliyken âyet bile okuma, sakinleşince âyetleri oku. Çünkü fırından çıkan sıcak ekmek ve yemek zor yenilir..” 1 Bu harika sözü takip ettim, beni Fussilet Sûresi 34’üncü âyete götürdü. Meâlen: “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir..” Şimdi bu hakikatlere 2011 dünyasının, başta bizler olmak üzere, ne kadar muhtaç olduğumuz doğru değil mi? İnsanların sınırı yok mu acaba?
Diğer bir beyti de: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Yine takip ettim ki, çok müthiş bir âyetle karşılaştım. Hud Sûresi 112’nci âyet meâlen: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Her şeyimiz, Efendimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu âyeti kast ederek buyuruyor ki: “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı.” Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi “Gel ey cancağazım” Şimdi çık işin içinden ve git Hz. Şah-ı Geylânî’ye, Hz. Yunus Emre’ye ve Hz. Bediüzzaman’a... Hep böyle. Evliyalar böyle, başta Peygamberler böyle...
Ve son sözle 17 Aralık 1273 tarihine, Hakka vuslat ânına gidelim: Hz. Pir, Azrail Aleyhisselâmı görür ve Farisî bir beyit ile şu hitabede bulunur:
“Pişiter pişiter ey cân’ı men, peyk-i der-i hazreti sultanı men.” Yani: “Yakına gel ey benim canım, ey benim Sultanımın habercisi!”
Çağlara sığmayan zat, makaleye sığar mı?
Dipnot: 1- Seyyid Burhaneddin. Maarif ter. s. 34.