"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Harflerin bestekârı kendisini anlatıyor

18 Haziran 2017, Pazar 12:23
(18 Mayıs 1982 tarihinde vefat eden hattat Hamid Aytaç'la yapılan ve Köprü Dergisinin Nisan 1982 [sayı: 61] sayısında yayınlanan uzun bir röportajı; rahmete vesile olması için yayınlıyoruz.)

Hattat Hamid Aytaç kimdir?

Hamid Aytaç (doğumu: 1891, Diyarbakır - vefatı: 18 Mayıs 1982, İstanbul), dünyaca ünlü hattatımızdır.

Asıl adı Şeyh Musa Azmi'dir. Bu yüzden "Azmi" imzalı yazıları vardır. Hamid mahlasıyla tanınmaktadır. Yurtdışında 'Hamid Al Amidi' olarak da tanınır. Başta Mısır ve Irak olmak üzere dünyanın birçok yerinde yazıları vardır. İstanbul'da da yapılan birçok yeni camide yazıları bulunmaktadır. Ünlü hattatlardan Hasan Çelebi ve Fuat Bașar'ı yetiștirmiștir.

1982'de vefat eden Hamid Aytaç, vasiyeti üzere Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Kur'an başlı başına bir medeniyet kaynağıdır. Bugünkü Batı medeniyetinin selefi olan ve bütün Ortaçağı ışıl ışıl aydınlatan muhteşem İslâm medeniyeti bu kaynaktan feyiz alarak inkişaf etmiştir. Bu feyzin en göz kamaştırıcı tecellilerinden biri, bediî san'atlarda kendisini göstermiştir. Kur'ân'ın yalnızca lâfzının kâğıda intikalinden doğan ve nesiller boyu inkişaf ederek bugünkü şahikasına erişen hat san'atı, İslâm medeniyetine mahsus ve müstesna bir san'at dalı olarak, derûnî âlemlerimizi aydınlata gelen nuranî, bir İslâm san'atıdır. Bu san'atın inkişafında hizmet gören sayısız hat ustaları, hem Kur'ân'ın en küçük bir tahrifata uğramadan bugünlere ulaşmasını temin etmişler, hem de İslâm cemiyetine has bir süsleme ve tefriş san'atı geliştirmişlerdir. Bugün mâbedlerimizi ve evlerimizi süsleyen o uhrevî tablolar, gözlerimizden gönüllerimize İlâhî mânâlar akıtan ve bizleri tatlı tatlı ikaz eden vecizeleriyle, hat san'atının büyüklüğünü her an sergilemektedirler.

Bu san'atın öncülerinden olan Türkiye, ne yazık ki, yarım asırdır hat san'atını ihmal etti. "Mekke'de indirilen, ama İstanbul'da yazılan" Kur'ân yazısı, neredeyse unutulmaya yüz tuttu. Eğer Kur'ân'a ve onun mübarek yazısına gönül vermiş fedakâr san'atkârlarımız olmasaydı, hattı artık tarihe mal olmuş bir san'at dalı olarak, sadece san'at tarihi kitaplarından okuyup öğrenecektik. Çeşitli imkânsızlıklara rağmen hat san'atını yaşatmayı başaran ve son olarak yazdığı Kur' ân-ı Kerîm'le tarih önünde Cumhuriyet Türkiye'sini mahcup olmaktan kurtaran Hattat Hâmid, bu değerli hizmetin çilekeş öncülerinden biridir. Köprü, (bu röportajın yayınlandığı tarihte Haydarpaşa Numune Hastahanesi'nde tedavi altında olan) değerli san'atkârımızı ziyaret ederek hâtıralarını tesbit etti, hat san'atının dünü, bugünü ve yarınıyla ilgili görüşlerini aldı.

Harflerin bestekârını rahmetle anıyoruz

*Bize hayatınız hakkında bilgi verir misiniz?

1891 yılında Diyarbakır'ın Ulu Cami İmadiye mahallesinde doğdum. Asıl adım Musa Azmi’dir. Babamın adı Zülfikar, annemin ki Müntehâ'dır. Babam kasaplık yapardı. Babamın babası, yani dedem Adem-i Amidi de (Diyarbakırlı Adem) bir hattattı. Üç kardeştik; ben, benim küçüğüm Muharrem Aka ve en küçüğümüz Kadri Aytaç. Muharrem 30 yıl kadar önce vefat etmişti. Fazıl ismindeki oğlu halen Amerika’da bulunuyor. 

Küçük kardeşim Kadri de geçen sene mide kanserinden vefat etti. Kendisi hakkaklık yapıyordu; aynı zamanda da şâirdi.

*Tahsil hayatınız nasıl başladı?

İlk önce beni Ulu Cami bitişiğindeki sıbyan mektebine verdiler. Okuma ve yazmayı orada öğrendim. Bilâhare Diyarbakır Askerî Rüştiyesi ve Diyarbakır İdadisi'ne  devam ettim. İdâdîyi bitirdikten sonra (1906 senesinde) dâima içimde hasretini duyduğum İstanbul'a geldim. Büyük bir aşk ve cehd ile tahsilime devam etmek istiyordum. O zamanki adı Mekteb-i Kuzat olan Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım. Bir yıl okuduktan sonra, hocam Cizrelizâde Mithat Beyin himmet ve gayretiyle Sanayi-i Nefîse Mektebine, yani, Güzel Sanatlar Akademisine devam etmeye başladım. Bu sırada pederimin vefatı sebebiyle hayatımı kazanmak mecburiyetiyle karşı karşıya kalmam, tahsil hayatımın devamına imkân vermedi.

*Hat san'atıyla tanışmanız nasıl olmuştu?

Küçük yaştan beri içimde büyük bir san'at aşkı vardı –yalnızca yazı değil, bütün güzel san'atlara, bilhassa resime karşı. Daha sıbyan mektebinde iken çevremin dikkatini çekmiştim. Yazı yazmaya muntazam bir şekilde hocam Mustafa Akif Tütenk'le başladım. Birinci devre milletvekili olan bu şahsın, üzerimde büyük tesiri olmuştur. San'at hayatına adımımı ilk atışım böyle oldu. Hocama devam ettikçe yazıdaki kabiliyetim, inkişaf ediyor, merakım da artıyordu.' Bir gün kendimi alamayarak Kur'ân-ı Kerîm'in bir sayfasına bir âyet yazdım. Bunu gören hocam "Başka yazacak yer bulamadın mı?" diyerek beni falakaya yatırmıştı.

Askerî Rüşdiyeye devam ettiğim yıllarda Jandarma kolağalarından ve aynı zamanda Ali Rıza Beyin talebelerinden olan resim hocam Ahmed Hilmi Beyden sülüs, Vahid Efendiden rik'a yazılarını meşk ettim. Ayrıca, akrabam olan Abdüsselâm Efendi ile Kavas-ı Sağîr imamı Said Efendi'den istifade ettim. Said Efendi'nin kendisine has bir öğretme, yetiştirme tarzı vardı: Kur'ân-ı Kerîm'i, âyetlerinin uzunluk ve kısalıklarına göre, tebeşirle tahtaya yazdırırdı. Bu vesileyle Kur'ân'ı birkaç defa tahtaya yazmışımdır. Yine Rüşdiyede okuduğum yıllarda Ahmed Hilmi Bey ve Vahid Efendi'den Romen ve Gotik yazılarını öğrendim. Bu çalışmalarım okul derslerime mâni olunca o yıl sınıfta kaldım. Babam da bu duruma kızarak beni yazıdan men etti.

Babamın men etmesine rağmen ben yazı yazmaktan bir türlü vazgeçemiyordum. Sonunda o, beni men etmekten vazgeçti ki, bunun tatlı bir hatırası vardır. Sultan II. Abdülhâmid Hânın cülus yıl dönümü münasebetiyle beyaz bir bez üzerine "Padişahım çok yaşa!" yazısı yazılıp, geceleri arkadan lâmbayla aydınlatılarak meydana asılacaktı. Yazıyı bir hocam -hangisi olduğunu şimdi hatırlayamıyorum- yazıyor, ben ona yardım ediyordum. Bu sırada tuttum, ben de padişahın tuğrasını yazdım! Amcazadem belediyede memurdu; çalışmalarımı görmüş ve alâkalılara durumu bildirmiş. Bunun üzerine bana da Abdülhamid Hânın tuğrasını sipariş ettiler. Bir yandan tuğrayı yazarken bir yandan da babamdan çekiniyordum. Çalışmalarıma mukabil bir altın lira hediye verdiler; sevinçle koşa koşa eve geldim. Babam önce parayı yazım mukabilinde verdiklerine  inanmadı; fakat sonradan durum anlaşılınca yeniden yazı yazmama müsaade etti.

*İstanbul’a gelişiniz ve İstanbul’daki hayatınız?

Yıl 1906. Diyarbakır İdâdî Mektebini yeni bitirmiştim. Daha iyi yetişebilmek için İstanbul'a gelmeyi kafama koymuştum. Bütün idealim, o güzel şehre gidip, büyük sanatkârlardan istifâde etmekti. Fakat babam İstanbul'a gitmeme razı olmuyordu. Mezun olduğum mektep beni yazı hocalığına istemişti; babam da bunda ısrar ediyordu. Nihayet, hocam Rasim Pamukçu'nun pederi olan Hacı Bey ismindeki zâtın "Bu çocukta bir kabiliyet görüyorum, 'Tevekkeltü alâllah!' de, gönder" demesi üzerine, babam beni İstanbul'a göndermeyi kabul etti. Ve ben hasretini çektiğim şehre geldim. İstanbul'da bir han odasında kalıyordum. Babam her ay üç altın lira göndermekteydi. Babamın vefatı üzerine hayli sıkıntılı günler geçirdim. Hattâ bir ara üç gün aç kaldım. Devamlı yemek yediğim bir lokanta vardı. Sahibi İstavri adında bir zâttı. Ben yemeğe gitmeyince şüphelenmiş. Bana "Bre! Sen yemek yemez misin?' diye çıkıştı. Ben de memleketten para  gelmediğini söyledim. "Paran gelinceye kadar buradan yiyeceksin" dedi. Bu iyiliği hiç unutmam.

İş bulmak ve çalışmak zorundaydım. Artık tahsil hayatım sona ermişti, önceleri ufak tefek işler yaptım. Bu esnada Maârif Nezaretinin "Mekteplerde yazı hocalığı münhaldir" ilânını gazetelerde okudum, imtihana iştirak ettim. Muvaffak olmuşum. Evraklarımı tamamlayıp gittim. Memur, "Oğlum, mevzuata göre 20 yaşını bitirmiş olanlar muallim olabilir. Senin yaşın ise 18. Git yaşını büyült, öyle gel" dedi. Ben de, beyefendi, yaşımı büyültsem bile hakikatte yine 18 yaşında olacağım, bakınız, benden yaşlılar var; onlar muvaffak olamadı. Akıl yaşta değil baştadır" diyerek dışarı çıkmak üzere geriye dönerken, orada konuşmamı dinleyen yaşlı bir zat beni durdurdu: "Oğlum, şu kâğıdı al, Haseki semtinde Gülşen-i  Maârif mektebi vardır, oraya gel" dedi. Ertesi gün doğruca oraya gittim. Meğer o zat mektebin müdürü imiş. Orada muallim olduk. Hocalarımdan öğrendiğim usûl-ü tedrisi burada aynen tatbik ediyordum. Bunda çok muvaffak oldum; hayli iyi gelişmeler kaydediliyordu. Başka sınıfların talebeleri de benim derslerime devam etmeye başlamışlardı. Hattâ bu yüzden diğer muallimlerle aramız açılmış, mesele müdüre kadar intikal etmişti. Her ne ise… Bir trafik kazası neticesinde vefat eden çok kıymetli talebem Halim Bey burada yetişmişti.

Bir yıl bu mektepte çalıştıktan sonra, 1909'da münhal bulunan Rüsumat Matbaası Müdürlüğüne tayin edildim. Bir yıl kadar da burada çalıştım; daha sonra da Mekteb-i Harbiye Matbaası hattatlığına tâyin olundum. Mekteb-i Harbiye Matbaası'na devam ettiğim sırada bir mektup  aldım. Mektupta, Erkân-ı Harbiye Matbaası hattatı bulunan Hocam Hacı Nazif Beyin vefatı üzerine boşalan yere imtihanla hattat alınacağı bildiriliyor, binaenaleyh benim de iştirak etmem isteniyordu. Aksilik bu ya, o günlerde şiddetli hasta idim. Yine de imtihana iştirak ettim, ümidim olmadığı halde kazandım. Yedi yıl da burada çalıştıktan sonra kendi isteğimle ayrılarak serbest çalışmaya başladım.

*İstanbul'da san'atından istifade ettiğiniz hat ustalarından söz eder misiniz?

Maddî imkânsızlık yüzünden çalışmak zorunda kalışım, intizamlı bir program takib etmeme mâni oldu.

Bununla beraber, günlük çalışmalarımdan fırsat buldukça Hacı Nazif Bey, Neyzen Emin Efendi, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, Kamil Akdik gibi, zamanın meşhur hattatlarından istifade ettim. Hacı Nazif Bey'den celi sülüs, Kamil Akdik’ten sülüs ve nezih yazı bakımından istifade ettim. Tuğra çekmesini tuğrakeş  İsmail Hakkı Altunbezer'den öğrendim. Talik yazıda ise bir iki sefer Hulusi Efendi'ye gitmekle beraber, Mehmed Es’ad Yesari’nin bende büyük tesiri olmuştur. Bununla birlikte, san'at hayatımın tekâmülünde şahsî gayret ve çalışmam ön planda gelmiştir.

*Asıl isminiz Musa Azmi olduğu halde, Hâmid imzasını kullanmanızın sebebi nedir?

Hâmid isminin doğuşunun lâtif bir hatırası vardır. Erkân-ı Harbiye dairesi hattatı olarak çalıştığım sırada, akşamları boşta kalan zamanlarımı değerlendirmek düşüncesiyle Nuruosmaniye'ye giden yol üzerindeki ufak bir dükkânı kiraladım. Akşamları mesâi biter bitmez elbisemi değişip doğruca dükkâna gidiyor, çalışmaya başlıyordum. Tabiî, şimdi olduğu gibi, o zaman da devlet memurlarının ikinci bir işte çalışmaları yasaktı. Bu yüzden ben de Hâmid müstear adını kullanıyordum. Dükkânıma da "Hattat Hâmid Yazı Evi" diye bir tabelâ astım. Müşteriler gittikçe fazlalaşmaya başladı. Birgün matbaa müdürü bu durumdan bahisle, bana "Musa Bey, Cağaloğlu'nda Hâmid isimli bir hattat var. Tahkik et, onu matbaaya alalım" dedi. Fakat çok geçmeden mesele anlaşıldı. Matbaa, askerî hizmette iken başka işlerle de uğraşıyor diye beni mahkemeye verdi. Hâkim huzuruna çıktım. Bereket versin, hâkim İsmail Hakkı Altunbezer'i tanıyormuş. Ben kendisine, askerî doktorların da iş hârici muayene açtıklarını, buna müsaade edildiğine binaen böyle bir şeye tevessül ettiğimi söyledim. Hâkim beni anlayışla karşıladı, ceza vermedi. Beraat ettim. Fakat çalıştığım daire sıkıştırmaya başlayınca istifa etmek mecburiyetmde kaldım. Hâmid ismi umûmileşince bir daha değiştirmek istemedim, nüfusa tescil ettirdim. Asıl adım Azmî iken azmettim, Hâmid oldum. Şimdi de Allah'a hamd ediyorum. Bu imzaya çok şey borçluyum.

*Hat sanatı yanında kabartma kartvizit ve etiket işleriyle de meşgul oldunuz. Bu hususta malumat verir misiniz?

Zamanla yazının değişmesi çalışma şartarını da değiştirdi. Ben de yazı sanatı değişik bir tarzda devam ettirmeye başladım Hem yazı yazıyordum hem de aldığım bir makinede kartvizit ve etiket isleri yaparak geçimimi temin etmeye çalışıyordum.

*Eserleriniz hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Eserlerimin başında yazmaya muvaffak olduğum iki Kur’ân gelir. Bilhassa bu iki eserim bütün diğerlerine bedeldir. Onlarla ne kadar iftihar etsem azdır. Bunlardan bir tanesi hem Türkiye'de, hem Almanya'da tab edildi; böylece kitap halinde görme bahtiyarlığına eriştim. Diğerini de merak ve sabırsızlıkla bekliyorum, inşaallah onu da basılmış olarak görmek nasib olur. Zaten hattatların en büyük emeli Kur'ân-ı Kerîm yazabilmektir, zira bu herkese nasip olmaz. Bu bakımdan ben kendimi bahtiyar addediyorum.

Diğer eserlerime gelince, bunca uzun yılların mahsulü olan eserlerimin birçoğunu bugün hatırlayamıyorum bile. Bazılarını görünce de, o yıllara ait hâtıralar gözümde canlanıyor. Zaten bütün eserlerimi tek tek saymam mümkün değil. Sadece mühim olanlarından bazılarını zikredeyim. Camilerdeki yazılarımın en mükemmeli, Şişli Câmii'nin yazılarıdır. Bu bana Allah'ın bir lütfu idi. Şimdi böyle bir yazıyı yazabileceğimi zannetmiyorum. Caminin mimarı Vasfı Bey, Akademiden arkadaşımdır. Necmeddin Okyay Hoca Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler seçmiş, bana getirdi. Ben de bunlar arasından Tevbe Sûresi'nin on sekizinci âyetinin bir kısmını seçtim, önce kurşun kalemle istif şeklini karaladım. Asıl yazıyı yazarken Lâmelifleri bir türlü yerleştiremiyordum. Yorulmuşum. Işığı söndürdüm, ellerimi göğsüme kenetleyip, gözlerimi kapadım. Kısa zamanda dalmışım. Rüya ile yakaza arasında yazının bütün istifi gözümün önüne geldi. Lâmelifleri ortada yerleşmiş olarak duruyordu. Heyecandan uyandım, lâmbayı yaktım ve istifi tamamladım. Caminin mimarı Vasfi Bey Tophane'deki Kılıç Ali Paşa Camii'nin kapı yazılarını görmemi tavsiye etmişti, iyi ki gidip görmemişim; yoksa onların tesirinde kalırdım ve bu yazı yazılamazdı. Yazı üç gruptan müteşekkildir; en altta, ortada Mevlânâ’nın sikkesini, daha yukarıda burun ve iki göz gibi insanın simasını andırır. Daha sonraları, bazı kimselerin arzusu ile, bu yazıyı levha olarak da yazdım.

Bundan başka, Ankara Kocatepe Camii ile Eyüp Camii kubbe yazıları, Söğütlüçeşme Camii kapı başlarındaki yazılar, Paşabahçe Camii, Hacı Küçük Camii ve Yeni Postahane ardındaki mescidin yazıları, Kasımpaşa Camii dış revak (Nebe' Sûresi), Çan Camii (Çanakkale), Tavas Camii (Denizli) yazıları. Ayrıca Cevşenül Kebir ve Hizbü’l-Envar adlı evrad ile, Elifba cüzleri, Kırk Hadis, Hazret-i Mevlânâ: Hayatı ve Eserleri, (Arapça ve Farsça olarak), sayısız kitap kapağı yazıları, hat örnekleri, hilyeler, mezar taşları, Yunus Emre, Fuzûlî, Şeyh Galib, Nâbi, Yahya Kemâl gibi şairlerin şiirlerinden bazıları ki, bunlar arasında bilhassa Yahya Kemâl'in "Ezân-ı Muhammedi" ve "Rindlerin ölümü" ile Nâbî'nin "Sakın Terk-i Edebden" şiirleri en mühimleridir. Ve binlerce levhalar... Levhalarımdan en beğendiğim, Râkım’ın yazdığı Fâtihâ'yı aslına uygun olarak yazdığım levhadır. Bu levhayı tam altı ayda tamamlayabilmiştim.

*Yazdığınız Kur'ân-ı Kerîm'lerin hususiyetleri nelerdir?

En büyük hususiyeti, bu devirde böyle bir eserin vücuda gelişidir. Bu asırda böyle bir ikinci eser daha yazılmamıştır. Bunu bir tahdis-i nimet olarak söylüyorum. Benim iddiam değildir bu; anlayan herkes böyle olduğunu kabul ediyor. Kur'ân-ı Kerîm'leri yazmaya 1960’lı yıllarda başladım. Tamamlanması birkaç seneyi buldu. Tabiî arada başka işler de yaptım. Yazdığım Kur'ân'lar benim yazımı daha da güzelleştirdi. Birisini Hasan Rıza Efendi'nin Kur'ân'ına göre yazdım. Diğerini ise, baskıda renkli olarak görüldüğü gibi, "Lâfzullah" tâbir edilen Allah ve Rab isimleri alt alta gelecek şekilde tertib edilmiş bir Kur'ân'a göre yazdım.

*Yetiştirdiğiniz talebelerinizden söz eder misiniz?

Uzun ve verimli çalışma hayatım yanında, birçok kimselerin yetişmesine de vesile oldum. Gerek memleketimizde, gerekse hariç memleketlerde birçok talebelerim bugün hat san'atı ile meşguldürler. Burada hepsini tek tek saymam uzun olur. Akla gelen ilk isim şüphesiz Halim'dir. Bugün sağ olsaydı, çok şey kazanmış olacaktık. Onun kaybı, bu san'at dalı için büyük bir talihsizliktir. Birçok kişiye icazet verdim. Zikredebileceğim isimlerin başında Üsküdar Selâmı Ali Camii İmamı Hasan Çelebi gelir. Sonra, Yüksek İslâm Enstitüsü asistanlarından Hüsrev Subaşı. Hekimoğlu Ali Paşa Camii İmamı Hüseyin Kutluay, Adana'da Ahmet Fatih Bey, Erzincan'da Refet Kavukçu ile Yusuf Ergin'i sayabilirim. Hariç memleketlerdeki talebelerimden belli başlı isimler de şunlardır: Meşhur Hâşim-i Bağdadi, Yusuf Zennun, Ali Ravi, Mervanü’l-Harbi, Es-Semma’el-Halebi. Kadın talebelerim arasında Musullu Cennet ile Japon Minako’yu misal verebilirim.

*Uzun yıllar çalıştığınız Reşit Efendi Han'ında bulunan o mütevazi yazıhanenizdeki hatıralarınızdan hatırlayabildiklerinizi anlatır mısınız?

Orası benim için dünyanın hiçbir yeriyle değişilmeyecek kadar kıymetlidir. Hayatımın yarısından fazlası orada geçmiştir. Bu hastane köşesinde, hayalimde orasının tatlı hatıralarıyla yaşıyorum. Bir kahveci Mahmut vardı. “Girişte, merdiven başında küçük bir çay ocağı işletir. O da benim gibi asabi mizaçlı bir adamdı. Zaman zaman canı sıkılır, içerlenirdi. Yine bir gün canı iyice sıkılmış olacak ki, sözünü esirgemeden hiddetle, "Sen Hattat Hâmid isen, ben de kahveci Mahmud’um!” dedi. Meseleyi büyütmemek için mukabele etmedim. Yalnızca "Oğlum her handa bir kahveci Mahmut bulursun, ama bir Hattat Hâmid bulamazsın” dedim. Demek istediğimi anladı ve daha ileri gitmedi. Birgün, rahmetli İbnû'l-Emin Mahmud Kemal, elinde bir defterle içeriye girdi. Defteri bana uzatarak, “Dost ve ahbaptan hâtıra olabilecek birşeyler topluyorum, bir sayfa da size ayırdım" dedi. "Olur efendim, hay hay" dedim. Meşgalem çoktu. Hemen yazmayacağımı anlayınca, defteri daha başka bazı kimselere verdiğini söyleyerek onların da fazlaca beklettiğinden dert yandı. Anladım ki, hemen yazmamı istiyor, bana ayırdığı sayfayı açtım ve ta'lik olarak "Hikmetin başı Allah korkusudur" mealindeki ibareyi yazdım. Üstad "Ben talik sevmem" dedi. "Ziyanı yok, efendim, sülüs yazayım" dedim ve sülüs olarak "Şefkat Allah'ın yarattığınadır" mealindeki ibareyi yazdım. Birden heyecanlandı. Tam yarım saate yakın şefkat üzerine konuştu; sonra sevinç içinde kalktı, gitti.

Bir başka gün de edebiyatımızın mümtaz simalarından Süleyman Nazif yazıhaneme uğramıştı. Bu zat aynı zamanda hemşehrimdi. Bana gelirdi, sohbet ederdik. Eline kâğıdı aldı, "Üstad, bana bir kalem kes" dedi. Hayli kalınca bir kamıştan kalem açtım, verdim. Mürekkebe batırdı, kâğıda sürdü. "Bu yazmıyor" dedi. Ben de "Hazret, kalem yazmaz, el yazar" dedim. "Diyarbekirli! Ben haddimi bilirim. Yazabileceğim bir kalem ver" dedi. Kendi kalemlerimden bir tanesini verdim. O da şu beyti karaladı:

Arz-ı hâl etmez dil-i gam didemiz dildârede,

Etmesin muhtâc, Rabbim yare de ağyare de.

Unutamadığım hâdiselerin arasında, bir de, geçirdiğim yangın tehlikeleri yer alır. Tam üç sefer yanma tehlikesi atlattım. Her defasında da tehlikeden kıl payı kurtuldum; yoksa o kadar eserlerim heder olup gidecekti. Alevler göklere yükseldikçe benim kalbim de adetâ eriyordu. Hele son yangın yazıhanemin yanında çıkmıştı. Çaresizlik içinde kıvranıyordum. Yapacak hiçbir şey yoktu. Şayet yangın yazıhaneme de sıçrarsa eserlerim yanacak; ben de kendimi eserlerimin üzerine atacak, onlarla beraber yanacaktım. Fakat Allah korudu, bir zarar görmeden atlattık.

*Hat san'atının dünü ve bugünü hakkındaki değerlendirmenizi öğrenebilir miyiz?

Kanaatimce, bu değerlendirmeye geçmeden önce, bu san'at dalının mahiyetini ortaya koymak icab eder. Hat, kelimelerin yan yana veya üst üste konulması demek değildir. Size bir hâtıramı nakledeyim. Paşabahçe Cam Fabrikası'ndayken bir gün yazıdan bahis açılmıştı. Biri bana Latin harflerinin de bu şekilde yazılıp yazılamayacağını sormuştu. Kendisine hat hakkında malûmat verdim ve dedim ki: "Ben gotik yazı üzerinde de çalıştım. Fakat bu harflerde bir tılsım mı var, nedir, bilemiyorum, onlar kadar birbiriyle ahenk sağlayan harf görmedim. Zaten böyle bir şey olsa bile birden olmaz; asırlar lâzım ki, tekâmül sağlanabilsin."

Hat san'atının bugün ulaştığı nokta, uzun asırlar yoğurulan zekâ ve kabiliyetlerin muhassalasıdır. Hat bir silsiledir. Zaman zaman tavr-ı aklın haricinde kabiliyetler zuhur etmiş, bu san'at dalının inkişafında mühim rol oynamışlardır. Silsile tâ İslâmiyetin bidayetine kadar uzanır. Bunlar arasında İbn-i Mukle, İbn-i Bevvâb, Yakut-u Müstağsimi, Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Mehmed Es'ad Yesari, Râkım aklıma ilk gelen İsimlerdir. Bilhassa sağ tarafı doğuştan felçli olan ve sol eliyle o muazzam ta'lik yazıları yazan, bundan dolayı da Yesari ismini alan Mehmed Es'ad Efendi için, aynı zamanda kendisi de hattat olup devrinin "İmadurrum’u" denilen Şeyhülislâm Veliyyüddln Efendi, hayretini gizleyemeyerek, "Cenâb-ı Hak bizim kibrimizi kırmak için bu zâtı yaratmış olmalı" demiştir, (İmad, İran’ın yetiştirdiği büyük bir hattatdır. Bilhassa ta'lik yazıları meşhurdur.)

Son devirlerde Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Şefik ve Şevki Beyler, Abdülfettah Efendi, Mahmud Celâleddin, Sami Efendi, Arif Efendiler, Hacı Nazif Bey, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, Kâmil Akdik. Necmeddin Okyay, Fakir (kendisi) ve Halim’i zikredebiliriz.

*Hat san'atının geleceği hakkında söyleyecekleriniz?

Devletin hat san'atına el atması lâzımdır. Devlet eli uzanmadıkça şahsî gayretler ne kadar müessir olur, bilinmez. Hiç olmazsa eskiden olduğu gibi Güzel Sanatlar Akademisinde bu san'atla alâkalı bir bölüm teşekkül ettirilmeli ve icâb eden malzeme toplanmalıdır. Sonra malzeme temininin zorluğu ortadan kaldırılmalı; bu işi merak edenler kamış kalemi, mürekkebi nereden bulabilirim, endişesine düşmemelidir. Bunlar yapılması zor şeyler değildir. Kâğıt zaten fabrikalarımızda yapılıyor; sadece onun terbiyesini öğrenmek yeter. Bu san'atla uğraşanlara el uzatılmalı, çalışanlar  teşvik edilmeli ve destek olunmalıdır. Hatla ilgili örnekler, yazılar neşredilmelidir. Müzelerimiz bu hususta oldukça zengin; istediğimizi rahatlıkla bulabiliriz. Yeter ki, bu işin üzerine düşülsün.

"Hafız Osman'dan sonra en meşhur hattat"

Güzel Sanatlar Akademisi, An'ane ve Türk Sanatları Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Emin Barın, Hattat  Hâmid’le ilgili intibaını şu şekilde özetliyor:

Hattat Hâmid Hoca, eski yazıyı bıraktığımız yıllarda, hat san'atının belli başlı ustaları arasında yer almaya muvaffak olmuştu. O yıllarda hayatta bulunanlardan Reisu'l-Hattatin A. Kamil Akdik, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, Beşiktaşlı Hacı Nuri, Necmeddin Okyay, Macit Ayran ve Halim Özyazıcı'yı sayabiliriz. Halim Özyazıcı aynı zamanda Hâmid Hocanın talebesidir.

Harf  inkılâbından sonra bu hattatların aşağı yukarı tamamı kendi köşelerine çekildiler, iç dünyalarına kapandılar. Oysa Hamid yılmadı, san'atını icra etmeye devam etti. Onun diğer farklı bir avantajı ise Babıâli'de bir işyeri, hemde itibarlı iş yeri sahibi bulunması idi. O devirde en büyük müşterileriler ve müştakları İslâm âleminin muhtelif köşelerinden geliyordu. Bu arada Irak'ın büyük hattatı Haşim'e de hocalık yapmış ve onu yetiştirmiştir. Hattat Hâmid Hoca'nın diğerlerinden farklı tarafına gelince: Hattatlar umumiyetle sevdikleri ve daha çok muvaffak oldukları yazı nevilerinde san'atlarını devam ettirmişlerdir. Misal olarak, sülüs yazan ta'lik yazıya teveccüh etmemiştir. Fakat Hamid böyle değildir. O, hat san'atının bütün nevilerinde büyük başarıya ulaşmış nadir bir san'atkârımızdır. Bence Hâmid'in büyüklüğü buradadır. Biz eski yazıyı elli yıl önce terk ettik. Hamid geçen zaman zarfında İslâm âleminin yazı meraklılarına hocalık ve üstadlık etmiş, kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Bu yüzden, İslâm Âleminin hemen her tarafında Hafız Osman'dan sonra adını en çok duyuran bir san'atkârımız olmuştur. Bu şöhret ve alâka günümüzde devam etmektedir. Allah afiyetler ihsan etsin.

Hattaki âlemler Mahmud Bedreddin Yazır anlatıyor:

Birinci Cihan Harbi'nde askerlik münasebetiyle tanıştığım Macaristanlı ressam ve subay bir arkadaşım vardı. Ara sıra İstanbul camilerini, müze ve kütüphanelerini  birlikte gezer, her çeşit san'at eserlerini ziyaret ve tetkik ederdik. Bir gün,  Sultanahmet Camii'ndeki Melekpaşazade Ali Haydar Bey merhumun ta'lik celisi "el-Kasibü Habibullah" levhası önünde bulunuyorduk. Arkadaşım ona uzun uzun baktı. Sonra bana dönerek şunları söyledi:

"Dostum, bu sizin yazılarda bir hal var. Çok dikkat ediyorum; ilk bakışta sade bir renk,

geometrik bir sessizlik var. Baktıkça harekete geliyor, canlanıyor, cilveleniyor. Önce bir tatlı bakış, arkasından yavaş yavaş içe süzülen canlı bir akış, sessiz bir armoni içinde ruhu oynatan metafizik bir musıkî var. Lâkin ondaki ahengi kulaklar duymuyor; içler dinliyor, dinledikçe bir başka âleme yükseliyor. Bakarken ne oluyor, anlamıyorum. İçimi içine çeken büyüleyici bir çehre, bir güzellik denizi, sevimli titreşmelerle gönlümü ferahlatan bir hava, derken bir melek sesi ve nefesi kadar gizli ve ılık bir okşayış ve sarılış içinde kalıyorum. O ben, ben o oluyoruz gibi bir şeyler oluyor. Sizde de böyle şeyler olur mu?"

En büyük eseri: Tevafuklu Kur'ân

Hattat Hâmid'in halk arasında 'Tevâfuklu Kur’ân olarak bilinen eserindeki tertip şekli, Bediüzzaman Said Nursî'ye aittir. Bediüzzaman, 1926 yılında Isparta’nın Barla nahiyesinde bulunduğu sıralarda Hafız Osman hattıyla yazılan Kur’ân’ı tetkik etmiş; Allah ve Rab lâfızlarını işaretleyerek Bakara Sûresi 282. âyet sayfa ölçüsü, İhlâs Sûresi de satır ölçüsü alınmak suretiyle berkenar tertibine uygun olarak bir Kur'ân yazılmasını istemiş ve bunun tahakkukunu talebelerine vasiyet etmişti. Hattat Hâmid, mezkûr eserini Bediüzzaman'ın talebeleri tarafından bu ölçülere uygun şekilde yazılan bir örneğe bakarak yazmıştır. (Daha tafsilâtlı bilgi için Bediüzzaman Said Nursî'nin Mektubat isimli eserine bakılabilir.)

"Hat san'atının dâhisi"

Önde gelen talebelerinden Hattat Hasan Çelebi, Hattat Hamid'le ilgili olarak şunları söyledi:

Hocam Hamid Bey sadece memleketimizin değil, bütün İslâm âleminin ve bunun yanı sıra Avrupa ve Amerika'da eski san'at meraklılarının hayranlığını kazanmış, İsmini tâ oralara kadar duyurmuş büyük bir san'atkârdır. Bu vadide onun kadar uzun müddet yazı yazan ve hattın yanında diğer san'atlara da lâyıkıyla eğilen san'atkâr çok nâdirdir. Bugün kitap kapaklarından câmi kubbelerine, çeşme ve mezar taşlarından evlerimizin duvarlarını süsleyen nadide levhalara kadar pek çok eserin altında onun imzası vardır.

Hâmid Beyin dış görünüşüyle ahenkli olarak san'at hayatı da çok ciddîdir. İslâm yazı san'atında bütün kalemlere, yani, çeşitlere vâkıftır. Fakat en çok sülüste bir ekol teşkil etmiştir. Bunun sebebi, Hâmid'in, bundan evvelki bütün hattatların yazılarını tetkik etmiş, onların elinden çıkan en güzel harf karakterlerini alıp kendi tarzı içinde kullanmış olmasıdır.

Bu san'atın nâçiz bir ferdi olarak söyleyebilirim ki, Hâmid Bey bu san'atta bir dahîdir. Ondan boşalacak yerin doldurulması, en az yarım asır alacaktır. Elbette gelecek nesillerimizden çok kıymetli san'atkârlarımız yetişecektir. Buna inanıyor ve bütün kalbimizle temenni ediyoruz. Ama Hâmid Bey gibi bir san'atkârın yetişmesi fevkalâde zordur. Halim Beyin 1964'te vefatından sonra yetişenlerin hepsi, Hamid Beyden feyiz atmıştır. Bunlardan biri olma ve kendisinden istifade etme bahtiyarlığına erdiğim için hamd ediyorum. Cenâb-ı Hak muhterem hocama afiyetler, hayırlı ve uzun ömürler ihsan etsin.

(Bu sohbet, Yeni Asya’nın yayınladığı [İlme, İrfana, Ümrana] KÖPRÜ dergisinin, Nisan 1982 sayısında yayınlanmıştır.)

Okunma Sayısı: 5643
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı