Bir 10 Kasım daha geldi geçti; bir dizi tortu-korku ile karışık şekilde. Yaranmacılık, riyakârlık halleri ise, yine mide bulandırıcı türden oldu.
Bu noktadan başlayarak, ikaz edici bazı prensipleri sıralamaya çalışalım.
* Vaktiyle Aziz Nesin’in vurguladığı gibi, hakikî bir Müslüman gerçek Atatürkçü olamadığı gibi, gerçek bir Atatürkçü de hakikî Müslüman olamaz. Aksini iddia yalancılıktır, sahteciliktir.
* Bize göre, ayrıca da Demokratlar Atatürkçü ve Atatürkçüler Demokrat olamaz, olamıyor. Rüşvet-i kelâmın ötesine geçmek, yine riyakârlık olur, yaranmacılık hesabına geçer.
* Dünya görüşü itibariyle Kemalizme yakın ya da yatkın olanlar, Atatürkçülük yaptığında, bu fânide nisbeten kazançlı çıkabiliyorlar.
* Hakikî Demokratlar veya Demokrat misyonu temsil noktasında bulunanlar için ise, durum tam tersinedir. Onlar Atatürkçülük yaptıkça, kendileri gibi partilerini de düşürüyor, batırıyor, adeta bitirme noktasına getiriyorlar.
Elhasıl: Atatürkçülük, başkasına yarasa da, Demokratlara hiç, ama hiç yaramıyor.
Bir başka nokta:
Tenkitçilik marazı
Evet, hariçtekilere “yaranmacılık” bir tür hastalık olduğu gibi, dahilde görülen “tenkitçilik” alışkanlığı da müzmin bir hastalıktır.
* Menfi tenkid muzır olduğu gibi, müsbet tenkid dahi yerinde ve zamanında yapılmalı. Aksi halde, kudsî hizmetlere zarar verir.
* Bir hadisede, yahut bir meselede canı yanmış olanlar, tenkitçilik alışkanlığını sürdürmekle, ne yazık ki başkasının da canını yakıyor, ruhunu sıkıyor.
* Menfî tenkitçiliğin hizmete bir faydası da yok, katkısı da. Serâpâ zarardır.
* Şahsî yahut hissî sebeplerle tenkidkârâne konuşanlar, bir–iki adım sonra ister istemez gıybete giriyor ve dedikodunun meydan almasına sebebiyet veriyor.
* Gıybet haramdır, günahtır; dedikodu ise, bu tehlikeli silâhın mühimmatıdır, aparatlarıdır.
* Bir şahsın gıyabında söylenen şeyler eğer doğru ise gıybettir. Doğru değilse şayet, hem gıybet, hem iftiradır.
* Hakikî dâvâ adamlarının, zaten sınırlı olan zaman ve enerjilerini böyle lüzûmsuz, günahlı, hatarlı şeylerde değil, aksine lüzûmlu, faydalı, sevaplı kudsî hizmetlerde sarf etmeli.
Adâlet lekelenmesin
“Adâlet-i mahzâ kabil-i tatbik ise adâlet-i izâfiye gidilmez; gidilse zulümdür.”
(Kastamonu Lâhikası)
Adâlet-i mahzâya inanan ve savunanlar, zanla, şüpheyle hareket etmez. Tahkik ehli olur. Tebliğ ehli olur. Yargısız infaz yapmaz. Şahsî-hissî davranmaz. Aksi halde, kendi inandığını ve savunduğunu kendi ef’aliyle tekzip etmiş olur.
Bediüzzaman Hazretleri, mahkemelerinde kendini ve eserlerini müdafaa ederken, aynı zamanda hakikî adaleti de savunuyordu: Adaleti lekedar etmeyin, adaletin temiz elini kirletmeyin diyordu.
Şahıs ve misyon farkı
Şahısların değişmesi, misyon sahiplerinin tercih ve temayülünü değiştirmez, değiştirmemeli. Çünkü, misyon çizgisine bakanlar, vitrine girip çıkan şahıslardan ziyade, o misyon çizgisinin devamına ehemmiyet verir.
Son söz: Misyonlar zayıflasa da, uzun ömürlü olduklarından, kolay kolay ölüp gitmezler. Misyon partilerinin canlanması ve iktidar maratonunda yarışa katılması ise, elbetteki o misyona lâyık lider ve kadroların iş başına gelmesiyle mümkün olur.