Başbakan Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı zıtlaşmaya sevk eden ve Menderes'i istifanın eşiğine kadar getiren iki mühim hadise var ki, bu her iki hadise de—iki yıl arayla—Haziran ayı ortalarında yaşandı.
Birincisi: İktidara gelir gelmez, 17 Haziran 1950'de Meclis'in gündemine getirtmiş olduğu 18 yıldır yasaklı "Ezan–ı Muhammedî" meselesi.
İkincisi: Tam iki yıl sonra, yani 16 Haziran 1952'de gerçekleştirilen bir kànun değişikliğiyle, 28 sene önce (3 Mart 1924'te) sürgün edilen Osmanlı Hanedanına mensup bazı kimselerin, anavatanları olan Türkiye'ye gelip kalabilmelerine dair mesele.
Dinî itikadı kuvvetli olan Menderes, aynı zamanda Osmanlı'ya hayran bir devlet adamı olup, onlara revâ görülen haksızlığı peyderpey kaldırmak istiyordu.
Ne var ki, bu her iki meselede de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'la anlaşamıyordu. Buna rağmen, yine de inandığı hakikatleri hayata geçirmekten geri kalmadı.
1950 senesinin Haziran ayı ortalarında "Muhammedî Ezan"ın eski hürriyetine kavuşması için elinden gelen her türlü gayreti göstererek "İslâm kahramanı" hüviyetini kazanan Menderes, iki yıl sonra da ecdadına karşı beslediği vefa duygusunun bir eseri olarak, Osmanlı Hanedanına mensup hanımlar ile vefat etmiş şahsiyetlerin Türkiye topraklarına avdet edebilmelerini kolaylaştıran bir kànunî düzenlemeye imza attı.
Acımasız sürgün kararı
3 Mart 1924'te Meclis'e kabul ettirilen bir kànunla, Hilâfetin kaldırılmasına ve "Hanedan–ı Osmanî"nin Türkiye Cumhuriyeti sınırları haricine çıkartılmasına karar verildi.
Derhal tatbikine geçilen bu karara göre, halife ve Osmanlı hanedanının erkek, kadın bilcümle fertleri ile damatlar, prensler, prensesler ile bilumum çocukları, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen men'edilmişlerdir.
Ayrıca, ilgili kànunun ilân tarihinden itibaren âzami 10 gün içinde Türkiye'yi terk etmeye mecburdurlar.
Dahası, bu kimselerin, Türk vatandaşlığı sıfatı ve hukuku kaldırılmıştır. Dolayısıyla, daha evvel sahip oldukları gayr–ı menkulleri de ellerinden alınmış olup, bunlar üzerinde tasarruf edemezler.
Vatana avdet kararı
1924'te hudut harici edilen Osmanlı Hanedanı mensupları için, kànun metninde "Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen men'edilmişlerdir" ifadesi yer alıyordu.
Başbakan Menderes, işte bu vahşiyane "ebedî yasağın" önüne geçerek, ömrünü 28 yıla indirgedi.
16 Haziran 1952'de Meclis tarafından kabul edilen yeni kànun, Resmî Gazetede aynen şu başlıkla neşredildi: "Hilâfetin ilgasına ve Hanedan–ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair (3 Mart 1924 tarihli) kànunun değiştirilmesi ve aynı kànuna bazı maddeler eklenmesi hakkında kânun."
5958 sayılı bu kànunun maddeleri arasında ise, dikkate değer şu ifadeler yer alıyor:
* Kaldırılan (ilga edilen) Hilâfet ve Osmanlı saltanatı hanedanının padişahlar sülbünden (neslinden) olan erkek çocuklarının Türkiye’ye gelmesi yasaklanmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, Türkiye’ye gelebilirler.
* Türkiye’ye gelebileceklerin müracaatları halinde, herhangi bir şart aranmaksızın vatandaşlığa kabul edilmelerine Bakanlar Kurulu karar verir.
* Vatandaşlığa kabul edilenler, bu kànunun yürürlüğe girmesinden itibaren umumî hükümler dairesinde mal–mülk edinebilirler.
İşte, bu tarihten itibaren, Osmanlı Hanedanına mensup hayattaki bazı hanımlar ile bir kısım vefat etmiş olanların mezarları Türkiye'ye nakledildi.
Aynı sene içinde mezarı İsviçre'den Eyüpsultan Kabristanı'na nakledilenler arasında, Ahrarların liderlerinden Prens Sabahaddin Bey de var.
Türkiye'ye avdet ettikten sonra kiralık evlerde ikamet etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı hanımlarına maddî–mânevî en büyük desteği verenlerin başında, yine Adnan Menderes gelir.
1952'den tâ 1960'taki darbe tarihine kadar yaşlı Osmanlı hanımlarının (Teşvikiye taraflarındaki) ev kiralarını ödeyen Menderes, işkenceli Yassıada günlerinde dahi onları unutmamış ve gerekli yardımların yapılması için çırpınıp durmuştur.
Ama ne yazık ki, Menderes'in darbe sonrası çekmiş olduğu sıkıntılara paralel şekilde, Türkiye'deki Osmanlı mensupları da yeni bir sıkıntılı hayata giriftar oldular.
Doğu’dan Batı’ya Diplomasi
Yeni Balkan Paktı üyeliği
Demokrasiye geçen yeni Türkiye, dahilî siyasette olduğu gibi diplomaside de dinamik adımlar atmaya başladı.
Bir önceki bölümde, Doğu’da İslâm ülkeleriyle imzalanan Bağdat Paktı’ndan söz etmiştik. Bu bölümde ise, Batı dünyasıyla imzalanan Yeni Balkan Paktı üyeliğinden kısaca söz edelim.
İki Balkan Paktı var
Türkiye'nin Yeni Balkan Paktına üye olması kararı, 18 Mayıs 1953’te Millet Meclisinde oylanarak kabul edildi.
Yakın tarihte, Türkiye'nin üye olduğu iki Balkan Paktı var.
Bunlardan biri 1934, diğeri ise 1953'te gerçekleşti. Bu iki hadisenin tarihî seyri kısaca şöyledir: Atina'daki ilk Balkan Paktı (Birliği) 3 Şubat 1934’te kuruldu.
Birliğin asıl maksadını, kısaca sınır güvenliğini korumak ve saldırmazlık prensibine bağlı kalmak şeklinde özetlemek mümkün.
Bu birliğin ilk üye ülkeleri şunlardır: Yunanistan, Türkiye, Romanya, Yugoslavya.
Birliğin devam etmesi uzun yıllar sağlanabildi. Ancak, güçlü olmadığı için dişe dokunur bir varlık da gösteremedi.
Meselâ, II. Dünya Savaşı esnasında bu paktın esamisi dahi okunamıyor. Zira, üye ülkeler arasında herhangi bir savunma işbirliği yoktu.
II. Dünya Savaş sonrasında, kendiliğinden dağılma noktasına gelen bu Paktın yeniden toparlanması gündeme geldi.
Türkiye, tekrar kurulmakta olan Balkan Paktına, 1953 yılı başlarında dahil oldu. 14 Şubat'ta Ankara'da imzalanan antlaşmaya göre, Yunanistan ve Yugosavya’nın dahil olduğu savunma amaçlı ittifaka Türkiye'nin üyeliği kabul edildi.
Ancak, bu antlaşmanın bir de TBMM'de tasdik edilmesi gerekiyordu.
18 Mayıs 1953'de yapılan Meclis oturumunda, yapılan müzakere ve oylama neticesi, Türkiye'nin Balkan Paktına üyeliği kesinlik kazandı.
Ne var ki, Bağdat Paktı gibi bu birliğin de ömrü uzun sürmedi. Yugoslavya’nın sosyalist bloka dahil olup Sovyet Rusya ile yakınlaşması ve Kıbrıs meselesi yüzünden yaşanan Türkiye-Yunanistan gerginliği, bu birliği önce pasifize etti, sonra da işlemez hale getirdi.
Balkan İttifakı, önce Yugoslavya, ardından Yunanistan dışişleri bakanlarının olumsuz yöndeki açıklamasıyla 1960’ta dağılmış oldu.