Havadan kaptığımız bir virüs, bizi yataklara düşürebilir.
İçtiğimiz su ile bedene giren muzır bir bakteri, bizi ateşler içinde kıvrandırabilir. Ciğerimize yapışan görünmez bir mikrop, bizi yere serip hayatımızı sonlandırabilir. Ve tehlike arz eden daha nice hastalıklar, âfetler, belâ ve musibetler.
Bütün bunlar gösteriyor ki, insan nihayet derecede âcizdir, zaiftir, hiç ender hiçtir.
İşte bu halde olan insanın bir “Kadir-i külli şey”e ihtiyacı var. Bir Gani-yi Mutlak’a, nihayetsiz kuvvet sahibi olan bir Zât-ı Zülcelâl’e dayanmaya mecbur ve muhtaç durumda.
«
Risale-i Nur vasıtasıyla bize ulvî mana ve mahiyette dersler sunan Hz. Bediüzzaman, öncelikle kendi nefsine o hakikatleri ders veriyor. 26. Lem’a olan İhtiyarlar Risâlesindeki 11. Ricâda kendi nefsine hitaben şunları söylüyor:
“Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel, alâkadar olduğum fânî şeylerin fânîliğini gördüm. Kendime baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve fânîlere müptelâ olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: ‘Madem cismen fânîyim; bu fânîlerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım’ diyerek taharrîye başladım.”
İnsanın bazen ömrünün yarıdan fazlası taharriyle, hakikati araştırmakla geçer. Yine de niyeti halis ise ve nasibinde varsa hakikati bulur; şayet nasibinde yoksa bulamaz.
Bu manaya uygun düşen Kürtçe orjinli şöyle bir söz var: “Nihayet kendimizi tanıdık; lâkin, ömrümüzü de bitirdik.” Yani, ömrümüzün sonlarında ancak hakikati öğrenebildik. Demek ki, âhir ve âkıbetin hayırlı olması da bir nasip işidir.
«
İnsanın imkânı dar, kuvvet ve kudreti zayıf olmasına rağmen, düşmanları çoktur.
Kezâ, “Dünyanın bin türlü hali var” sözünün mahiyetinde, “İnsanın başına her an için her şey gelebilir” gerçeği saklıdır.
Şu dünya hayatında zulüm ve haksızlıkların da haddi-hesabı yoktur. Çoğu insan birbiriyle yüzleşmeden, hesaplaşmadan, helâlleşmeden göçüp gidiyor.
Peki, bütün o zulüm ve haksızlıkların gaddar zalimlerin yanına kâr kalmasını kim ister? İnsanın hangi duygusu buna razı olur? Vicdan buna evet der mi?
Mümkün değil. Demek, nihayetsiz derecede âciz olan insanın vicdanı ve umum hissiyatı bir “Hesap Günü”nün açılmasını ister. Ve, bunu tahakkuk ettirecek olan kuvvet ve kudreti nihayetsiz bir zâtın vücub-u vücudunu arzu eder.
Madem ki, insanda bu duygular var, elbette ki onların karşılığı dahi yaratılmış ve yaratılacak demektir. Zira, boş yere yaratılmış hiçbir şey yoktur. Kaldı ki, insanın en büyük, en ehemmiyetli, en şiddetli duygusu “ebedî yaşama arzusu”dur. Bunun karşılıksız olması, hiçbir şekilde düşünülemez.
«
Dünya hayatı itibariyle âciz olan insan, aynı zamanda fânîdir; ama, fânî olanı istemez. Hem, âcizdir; ama, âciz olanı da istemez. Hatta, hiç ender hiçtir; velâkin, ebedî şeyleri ister. Bunun için de, kendi acziyetine değil, her şeye gücü yeten mutlak bir kuvvet ve kudret sahibine itimad edip dayanmaya mecbur.
Esasen, dünya hayatımızdaki her şeyde ve her işte aynı duygu ve düşünce atmosferinde kalarak hareket etmeli. Yani, kişi hangi hizmeti yapacak olursa olsun, hangi vazifeyi ifa ederse etsin, yine aynı ölçüler dahilinde gitmeli ki, kendini daha huzurlu, daha güvenli bir limanda hissetsin. Aksi halde, gücü, kuvveti ve elindeki imkânlar ne olursa olsun, daima korku ve endişe içinde kalmaya kendini mecbur-mahkûm hisseder.