Dağlar, rakım olarak sahradan yüksektir. Dağlar, zeminin direkleridir. Hayat kaynağı olan su, dağlardan akıp geliyor. Maden başta olmak üzere, dağlar birçok nimetin deposudur, mahzenidir.
Sahra mâziye, dağlar istikbâle benzetilmiş. Dereler, ovalar sahraya arkadaştır. Yüksek rakımlı tepeler, platolar da dağlar ile omuz omuzadır.
Bütün bu morfolojik yapılar, silsile hâlinde birbirine bağlı hâldeler. Birbirine muhtaçtırlar. Su, buhar ve hava alışverişi ile hayatın dengesini sağlıyorlar. Kar, yağmur, rüzgâr gibi nimetlerin vücuda gelmesine sebebiyet veriyorlar. Biri olmadan diğeri eksik kalır, hayatın idamesine kifayet etmez.
Yüce Yaratan, nizam ve intizamın işleyişini bu harikulâde sistem üzere kurup dizayn etmiş.
«
Nasıl ki dağlar ve sahralar biri diğerisiz olmaz, aynen öyle de, istikbâl de mâzisiz olmaz. Dahası, mâziyi bilmeden istikbâl de hakkıyla düşünülemez. (Esasen, istikbâlin kendisi de bir gün mazi olup gidecek.)
Bu hakikatten çıkarmamız gereken bir ders şudur: Tarihi bilmeden, geleceği inşâ edemezsiniz. Maziyi bilmeden istikbâli mâmur hale getiremezsiniz. Geçmişteki hakiki vukûâtı bilmeden, medeniyet yarışında ileri gidemezsiniz. Eksik ve geride kalmış olursunuz. Aynen, bugün ülkemizin ve İslâm dünyasının gerilerde kalmış olması gibi…
«
Tarih, insanlığın vicdanıdır. Beşeriyetin hafızasıdır. Hakikatin şahididir. Geçmişten ders çıkarıp ileri doğru hamleler yapabilmenin can suyu gibidir.
Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir.”
Peki, bizde durum nasıl?
Bizdeki durum, hakikaten içler acısı bir mahiyet arz ediyor. Bilhassa yakın tarihe dair durum tam bir fecâttir. Bunun birkaç sebebini hatırlatmaya çalışalım:
Özellikle 1920’lerin başından itibaren, yönetim kademesi ve onların yardakçıları maziyi kötüleyip karalamaya yöneldi. “Tarih hafızası”nı bırakın silmeyi, âdeta yok etmeye çalıştılar. Bin yıllık muhteşem tarihi enkaza çevirdiler. Kütüphaneleri mezarlıktan beter hale getirdiler. Yeni nesil, milyonlarca el yazması eserlere yabanî kaldı, yabancı kaldı. Hatta, ecnebiden beter durumlara düştü.
Silinen hafızaya ise, maalesef tamamıyla yalan ve uydurmadan ibaret yeni bir format attılar: Kemalizmi merkeze alan resmî tarih formatı…
Bakın, insanlık tarihinde asırlarca kullandığı alfabeyi, yazı dilini yasaklayan ilk ve tek ülkeyiz. İkinci bir örnek yok. Bu da, ağacı kökünden koparmak demektir. Feyalil-acep, köksüz bir ağaçtan ne umulur, ne beklenir…
«
Tarımda, sanayide, yüksek teknolojide ileri gidenler, aynı zamanda tarihini-mazisini iyi bilenlerdir. Geçmişi engelsiz araştıran, hatta beş yüz yıllık kitapları dahi rahatça eline alıp okuyan milletlerin çocukları, ortaya türlü medeniyet harikalarını çıkarıyorlar. Teknolojinin şahikasında geziniyorlar. Ürettiklerini yüksek fiyatlarla başkasına satıp para kazanarak hayat standartlarını daha ileri bir safhaya taşıyorlar.
Onlara bir şey diyemezsiniz; çünkü okuyarak, öğrenerek, yani bilerek ve hak ederek kazançlarını temin ediyorlar.
Bizim mukaddes kitabımız, ilk emir olarak bize “Okuyun” diyor; ama, biz bunda tembellik ediyoruz, yahut ihmalkâr davranıyoruz.
Hakikat şu ki: O emre kim uyarsa, o ileri gidecektir.
Biz o İlâhî emre bihakkın uymadığımız için, okuyan, araştıran, bilen milletlerin üretmiş olduğu medeniyet harikalarını daha çok seyretme makamında çakılıp kalıyoruz. En acısı, hatta en fecisi de şu ki, seyretmede maksadın dışına çıkarak resmen “bağımlı” hâle gelen genç bir nesil var. Bu gidişin önüne geçilmediği takdirde, ağır klinik vakaların yaygın hale geleceği muhakkaktır.
Çare-çözüm: Yeni nesillere doğru tarihi, şanlı maziyi, bin yıllık yazı dilini, parlak medeniyetini lâyıkıyla öğretmekten ve onları bu sûretle medeniyet yarışına hazırlamaya çalışmaktan geçer.