Trafikte kaza yapmayı da, cezalı duruma düşmeyi de elbette ki hiç kimse istemez.
İstemez ama, bunların ikisi de Allah’ın her günü kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor.
Doğudan batıya, Edirne’den Van’a, Mersin’den Samsun’a büyük kaza haberlerinin gelmediği, duyulmadığı gün yok gibi...
Yüksek ölümlü, çok sayıda ağır yaralı vakaların çoğu da, ne yazık ki ya fakir mevsimlik işçileri, ya da kaçak insanları taşıyan vasıtaların devrilmesi, şarampole yuvarlanması sonucu meydana geliyor.
Ardından, haliyle ağıtlar yakılıyor. Feryatlar yükseliyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Aileler perperişan oluyor. Sayısız insan, ya sakat oluyor, ya yatalak duruma düşüyor, ya da engelli olarak meşakkatli bir hayata mecbur ve mahkûm oluyor.
* * *
Peki, bütün bu fecâatlerin Allah’ın hemen her günü ülkemizde yaşanmasının ana ve öncelikli sebepleri nelerdir? Yollar mı bozuk? Denetim mi zayıf? Eğitim mi yetersiz? Trafik cezaları mı az? İnsanlar mı cahil, ya da medeniyetsiz? Hudut kapıları mı güvensiz-kontrolsüz? Geçişler rüşvetle mi sağlanıyor?
Bunlardan belki sadece biri veya birkaçı. Ya da, her birinin ayrı ayrı hissesi var.
Ama, şunu hemen herkes biliyor ve hatta çoğu kimse yakınarak seslendiriyor ki: Trafik cezaları çok ağır. Ayrıca, yanlış veya haksız yere kesilen öyle cezalar var ki, sürücülerin adeta dengesini bozuyor, bir kısmını da hayattan soğutuyor.
Misâl, kimini icralık duruma düşürüyor. Kimini borç batağına sürüklüyor. Kiminin aile hayatına darbe vurup bitiriyor. Kimisine cinnet geçirtecek, cinayet işlettirecek derece tehlikeli bir psikozun içine sokuyor.
Bunların hiç biri abartı, mübalağa değildir. İnsanlarımızın bir çoğu değişik sebeplerden borçlandığı doğrudur. Ama, imkânları alabildiğine zorlayan vasıta alımları, ardından gelen yakıt ve sair masraflara ilaveten bir de hayattan usandıracak boyutlara ulaşan trafik cezaları, insanları bambaşka bir ruh halinin girdabına doğru sürüklüyor.
Tamam, cezalar olacak elbette. Ama, cezadan ziyade, eğitim ve denetim faaliyetlerine ağırlık ve öncelik verilmeli. İnsanları ve özellikle sürücüleri hatalı, dolayısıyla cezalı durumlara düşürmeyecek bir takım tedbirlere odaklanılmalı. Hele hele, tuzak kurar gibi bazı yöntemlerle sürücülere suç işlettirme ve hemen akabinde büyük bir iştahla trafik cezası kesme kolaycılığına gitmemeli.
Evet, insana ve insan hayatına değer veriyorsak eğer, önelikli hususların başına ceza kesmeyi değil, kaza önleyici maddî-mânevî tedbirler paketini koymalı.
Bu noktayı daha iyi anlamak ve daha doğru kavrayabilmek için de, bu meselede yüksek başarılara imza atmış olan medenî dünyadaki uygulamaları örnek almalı.
***
GÜNÜN TARİHİ: 19 Temmuz 1948
Mareşalin Millet Partisi
Milliyetçi-muhafazakâr olarak bilinen 30 kadar milletvekili, 1946'da seçilmiş oldukları Demokrat Parti’den istifa ederek 19 Temmuz 1948’de Millet Partisi’ni kurdu.
Bu siyasî hareketin başını Fevzi Paşa, Sadık Paşa ile Osman Bölükbaşı çekiyordu.
1948 yılı Temmuz ayı ortalarında Ankara'da dindarlığıyla bilinen Osman Nuri (Köni) Efendinin evinde toplanan Milletçiler, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle yeni bir parti kurmaya karar verdi.
Bu şekilde kurulan Millet Partisinin Fahrî Başkanlığına Mareşal Fevzi Çakmak, resmî Genel Başkanlığına Prof. Hikmet Bayur, Meclis Grup Başkanlığına ise DP’den ayrılan Osman Nuri Bey getirildi.
Böylelikle, Meclis’te grubu bulunan yeni bir parti daha teşkil edilmiş oldu.
Millet Partisini oluşturan milletvekillerinin hemen tamamı, Demokrat Partiden ayrılan kimselerdi. Toplam milletvekili sayısı 60 kadar olan DP, bu hareketle daha ikinci senesinde tam ortadan ikiye bölünmüş oldu.
Millet Partisi kurucuları, Demokrat Partiyi pasiflikle suçluyordu. Onlara göre, CHP’ye ve İsmet Paşaya karşı daha sert bir politika izlenmeliydi. Nitekim, partinin kuruluşunda bir beyannâme neşreden Mareşal Fevzi Çakmak’ın sözleri de aynı doğrultudaydı.