Mevcut gidişata bakılarak denilebilir ki; sadece ve sadece Allah’ın rızasını gözeterek, dünyevî ve şahsî menfaatleri arka plana atarak, hak ve hakikatın hatırını hiçbir hatıra feda etmeyerek yürünen bir yolda sarsılmadan yol alabilmek iyiden iyiye zorlaşmıştır.
Bu hale gelinmenin baş sorumluları da yine din ve iman ehli kardeşlerimiz olmuştur.
Bu duruma öteden beri, Ahirzamanın söz sahibi Bediüzzaman’ına kulak vermeden kendi kafa fenerlerine göre İslâmî çığır açma sevdasına kapılanlar sebep olmuşlardır, olmaktadırlar.
Destursuz, ölçüsüz ve maalesef “Nur”suz siyaset âlemine dalanlar ve ne gariptir ki, Üstad’larına rağmen bu netameli ve karmakarışık siyaset âleminden din ve ahlâk namına medet umanlar sebep olmuşlardır. Hal böyle olunca da, istikametli yolda sebatkârane yol almak, “demir gibi sarsılmaz” olanlara münhasır kalıyor...
Dünyevî-siyasî-haricî cereyanların tazyikiyle (halihazırda olduğu gibi) öyle dönemlerden de geçiyorsunuz ki; hem zümre olarak hem de fert olarak direnmekte olabildiğince zorlanıyorsunuz.
Zira artık suret-i haktan veya “suret-i Nur”dan görünmeyi bir tarafa bırakınız, bizzat Nur ve hakikat namına hadiselerin seyrini sizden farklı yorumlayan, içinizde ve yanınızda aniden peydahlanıveriyor. Bırakınız seni-beni-onu; yarım asırlık mazisi, neşriyatı ve sağlam düsturları olan bir fikriyatı sorgulamaya, kendisinin de dahil olduğu meşveretleri yargılamaya başlıyor.
Şöyle böyle derken; ihlâs, samimiyet, sebat ve sadâkat alanı da giderek daralıyor..
Yürümekte olduğunuz uhrevî-nuranî hakikat yolunun, dünyevîler arasından geçtiğini; sağında-solunda bulunan aldatıcı ve dikenli çiçeklere dokunmadan/aldırmadan yol almanız gerektiğini pekâlâ biliyorsunuz. Bilmek yetmiyor, yol arkadaşlarınızla el ele, omuza omuza oluyorsunuz.
Zira dış dünyanın cazibesi ve dünyevîleşmenin boyutu öyle bir hale gelmiş ki, kapılmamak için; iman ve hakikat dersleriyle olabildiğince fiilen, ama her vakit aklen-fikren-hayalen meşguliyetten bir lâhza geri durmamanız icap ediyor.
Zira siz, “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözünü hayata geçirme istidadında olan bir taifenin içindesiniz. Her vesileyle Üstad’ınızı da hatırlıyorsunuz ki, önüne çıkan dünyalık (hatta Ahiret hesabına da) çok cazip fırsatları ve teklifleri reddetmişti. Dâvâsının hatırını her zaman en üstte tutmuştu.
Üstad, On Dördüncü Şuâ’daki bir mektubunda şöyle yardım istiyor:
“Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor.”
Bugün Yeni Asya’nın da, o “sarsılmaz kardeşler”den (Üstad’larına iktidaen) yardım istemeye ve “imdadımıza koşunuz” demeye hakkı olsa gerektir. Sadece kendi adına değil; Üstad’ın ve Nur’un şahs-ı manevîsi adına, kendilerini Nur’a ve Üstad’a hadim olarak görme istidadında olan herkesten bunu isteme hakkına sahiptir.
Zira Ahirzaman Peygamberi’nin (asm) vekili olan Ahirzaman Müceddidi’yle gösterilen yoldan gayrı yollar belâ ve musîbetleri de beraberinde getirir. Maazallah!
Rabbimiz, bize nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini açık açık bildiriyor. Kur’ân-ı Kerîm’inde bildiriyor, peygamberlerle ve Peygamberimizle (asm) bildiriyor. Risale-i Nur ile bildiriyor. Buna kulak verilmediği zaman hangi zararların ve felâketlerin olabileceğini de, bazı menfî gelişmelere ve musîbetlere izin vererek bize gösteriyor ve ihtar ediyor.
Ve Âli İmran Sûresi 139. Âyete kulak veriyoruz:
“Ve fütur getirmeyiniz ve mahzun olmayınız ve siz mü’minler iseniz çok yükselmiş olanlar ancak sizlersiniz.”