Türkiye’de dindarlık, uzun bir süredir siyasî ve kültürel kodların merkezinde yer almasına rağmen, bu görünürlüğün içeriği üzerine yapılan analizler, dinî temsilde derin bir boşlukla karşılaşmaktadır.
Özellikle son yıllarda yapılan saha araştırmaları (KONDA) genç kuşaklarda ateizm, deizm ve agnostisizmin yükselişine işaret etmekte, bu durumun yalnızca epistemolojik bir sorgulama değil, aynı zamanda etik ve duygusal bir güven kaybı ile irtibatlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’deki dinî temsil biçimlerinin hem ahlâkî meşruiyeti ,hem de vicdanî tutarlılığı sorgulanır hâle gelmiştir.
Bu noktada, Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatında inşa ettiği vicdan temelli hürriyet ve adalet anlayışı, dinin toplumsal görünürlüğü ile meşruiyeti arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesini gerekli kılmaktadır. Zira Risale-i Nur, sadece bireysel bir iman tecrübesi değil; aynı zamanda sosyal düzenin adalet ve meşveret ilkeleriyle inşasını hedefleyen bir bütünlük taşımaktadır. Üstadımız II. Meşrutiyet döneminden itibaren geliştirdiği düşünsel pozisyonunu, “hürriyet-i şer’iye” ve “adalet-i mahza” kavramları ekseninde temellendirmiş, iman-hürriyet ilişkisini sadece metafizik değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir mesele olarak da ele almıştır.
Hürriyetin Müslümanlara ve tüm insanlığa lazım olduğunu söyleyen üstadımız bu yaklaşımı ile modern insan hakları söylemiyle de paralellik arz eden, evrensel hukuk ilkesini barındıran bir tutumdur. Bediüzzaman’ın pozitivist, tek tipçi ve cebrî devlet aklını eleştirirken ısrarla üzerinde durduğu temel nokta, vicdanın özgürlüğüdür. Zira ona göre vicdan, hem inancın hem de adaletin menbaıdır. Vicdan baskılandığında, inanç şekle; adalet de tahakküme dönüşür. Hürriyet, sadece siyasî bir kavram değil; aynı zamanda imanın bir neticesidir. “İman, insanı insan eder; belki sultan eder” derken kastettiği tam da budur. Zulüm karşısında susan bir dindarlık, kölelik üretir.
Günümüz Türkiye’sinde yaşanan dindarlık krizinin temelinde ise bu vicdanî boyutun göz ardı edilmesi yatmaktadır. Dinin kamusal alanda temsilinin artması, onun ahlâkî etkisini aynı ölçüde arttırmamıştır.
Bilâkis, din adına konuşan kişi ve kurumların söylemlerinin bireylerde güvensizlik oluşturduğu görülmektedir. Bu durum, yalnızca bireysel bir inançsızlaşma değil; aynı zamanda toplumsal meşruiyetin ciddî bir aşınma yaşadığına işaret etmektedir.
Bediüzzaman’ın, dinin temelini “marifet ve muhabbet” olarak belirlemesi, bugünkü temsil krizini aşmanın da ipuçlarını vermektedir. Ona göre din, korku ve zorlama üzerinden değil; şefkat ve tefekkür temelinde yaşanmalı ve anlatılmalıdır. Bu çerçevede Risale-i Nur’un “müsbet hareket” ilkesi, sadece politik şiddetten uzak durmayı değil; aynı zamanda eleştirel aklı, vicdanı ve irfanı merkeze alan bir temsil biçimini öngörmektedir. Risale-i Nur ezberlenen ama üzerinde düşünülmeyen bir metin değildir. Risale-i Nur, zihne ve kalbe aynı anda seslenen bir davetin adıdır. Akıl ve kalbin aydınlığında insanlığı mükemmelliğe ulaştıran bir nurdur.
Sonuç olarak, dinî temsilin bugün karşı karşıya olduğu krizi aşmak için, Risale-i Nur’un sunduğu hürriyetçi ve vicdanî zeminin yeniden düşünülmesi zaruridir. Aksi takdirde, artan görünürlüğe rağmen din, hem bireysel hem de toplumsal düzlemde meşruiyetini yitirme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu da sadece bir inanç problemi değil; aynı zamanda toplumsal birlik, hukukî istikrar ve ahlâkî tutarlılık açısından da ciddi bir kırılma anlamına gelir.