Üstad Bediüzzaman, kalbi sönen bir insanın cesedinin sukuta uğrayacağını ve nur-u imanın da sönmesiyle tıpkı bir heykel vaziyetinde olacağını belirtmiştir. Çünkü sırf maddî işlerde vücudunu çalıştırıp hayatına maneviyat katmamanın heykellikten bir farkı yoktur.
İşte Kur’ân ayında, Kur’ân ile iştigal, okumak ve dinlemek; tefsiri olan Risale-i Nur’u okumak, anlamak, hayata Kur’ân penceresiyle bakmak, kalbi geliştirecek amellerdendir.
Bu ayı değerlendirip kalbi işlettirirsek, iman mahalli olan kalbimizi tahkiki iman yani imanın en üst seviyesine çıkartabiliriz. Ve o iman ile Cenab-ı Hakk’ın kuvvetine ve kudretine dayanıp dünyevî musîbetlerden ve sıkıntıdan en az hasarla kurtulup, uhrevî saadete kolayca erişebiliriz.
Ahireti kurtarmak meselesi ancak iman-ı tahkiki ile olabileceği gibi, tahkiki imanı kazanmak da ancak kalbi işlettirmekle olacaktır. Ve bu Ramazan ayı da kalbin işlemesi için en müsait ay olup dünyevî gündemlerden uzak durmaya en müsait bir zemindir bizler için.
İşte insan Ramazan ayında heykel vaziyetinden çıkıp, tahkikî imanı elde etmek cihetiyle kâinata ‘sultan’ olma mertebesini kazanabilecektir. Çünkü böyle bir insan her an sırtını bitmez bir kudrete dayayacak ve kâinata da iman gözlüğüyle bakarak her şeyde Rabbini tefekkür edecektir. Böyle bir insan elbette kâinatın sultanı olacaktır.
Bunun aksine, Ramazan ayını diğer aylar gibi yiyip içerek ve maneviyat adına hiçbir şeyi değiştirmeyerek geçirmek hem Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine karşı hürmetsizlik olacağı gibi, Allah muhafaza etsin, kişinin ahiret hayatının kaybedilmesine sebep olabilir.
Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?